JustPaste.it

PRATİK AKAİD DERSLERİMİZİN NOT ÖZETLERİ:

  بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın Adıyla.

 

قُلْ هٰذِه۪ سَب۪يل۪ٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَص۪يرَةٍ اَنَا۬ وَمَنِ اتَّبَعَن۪يۜ وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ 

 De ki: “İşte bu, benim biricik yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar basiret üzere Allah’a davet ediyoruz. Allah’ı tenzih ederim ki ben müşriklerden değilim.”

(12/Yûsuf Suresi, 108. Ayet)

 

deizm10636x330.jpg

 

Not: Okuyacağınız bu 50 sayfalık özet çalışmamızdaki akide konuları, önem sırasına göre değil; sizler tarafından en çok sorulan konuların yazılı özeti olarak hazırlanmıştır.

 

TAĞUT MESELESİ:

 

"Tağut" kavramının sözlük manası "haddi aşan" demektir. Istılahtaki manası yani İslam'daki manası ise; 'Allah ile kulunun arasına giren ve kulunun Allah'a ibadet etmesine engel olan her şeydir.'

 

Tağutlar temel olarak 2 sınıftır; 1) genel tağutlar, 2) özel tağutlar.

 

1) Genel tağutlar: Adem aleyhisselam'dan en son insanın ölümüne ve kıyametin kopmasına kadar kendini İslam'a nispet eden kulların, İslam dairesine girebilmesi için reddetmesi gereken tağutlardır. 

 

İlk genel tağut şeytandır herkesin reddetmesi gerekir. 

İkinci genel tağut sihirbazlar, falcılar ve büyücülerdir.

Üçüncü genel tağut ise ğayyallardır yani gayptan haber verenlerdir.

Dördüncü ve beşinci genel tağut ise kısmen aynıdır. Kur'an'da Firavunlardan, Nemrutlardan, Ebu Cehillerden, Samirilerden, ve Hamamlardan bahsedilen tağuttur. Yani Allah'ın sistemi ile, Allah'ın kanunlarıyla hükmetmek yerine insanların kendi elleriyle yazdığı yasalarla hükmeden yönetici ve bu yöneticinin yasama, yürütme ve yargıda bulunduğu sistemlerdir.

 

2) Özel tağutlar: Kulun şahsi hayatında özel olarak bağlanıp Allah'la kendi arasını aldığı ve kutsallaştırdığı her şeydir.

 

Özel tağut örnekleri :

Mesela para, bunun için her şeyi yapan kendini paraya adayan birisi için kendi kendine oluşturduğu bir tağuttur. Ancak Normal bir insan için para sadece bir araçtır onu kutsallaştırıp Allah'la kendi arasına almaz. Bu yüzden ilk örnekteki insan için para tağut olmuşken, diğer örnekteki bir insan için para sadece bir araç konumundadır.

 

Yine mesela İsa Aleyhisselam, Müslümanlar için Allah'ın kulu ve elçisidir. Ancak Hristiyanlar için özel bir tağuttur çünkü İsa Aleyhisselam'ı kutsallaştırarak put haline getirip kendilerine özel bir tağut yaparak ilah edinmişlerdir.

 

Yine örneğin futbol takımları, Müslümanlar için futbol takımları sadece birer takımdır ve başka bir şeyi ifade etmez. Maç olduğu zaman izlemek isterse izler ve daha sonra televizyonu kapatıp normal hayatına devam eder. Ancak takımların fanatiklerine göre futbol takımları bir tağut olur çünkü artık hayatları o futbol takımından ibaret olmuştur ve sürekli konuşmalarında, hayallerinde, planlarında vs. o futbol takımlarından bahsederler.

 

Bu fanatiklik kulun üzerine farz ibadetlerini yerine getirmesinde artık bir engel oluşturarak özel bir tağut olur. Örneğin herhangi bir siyasi parti, tarikat şeyhi, araba, ev vb. örnekler tağut olarak daha da arttırılabilir.

 

Tağut ile ilgili ayetler:

 

Zümer Suresi 17. ayet:

"Tağut'tan içtinab (red) eden, ona kulluk etmeyen ve Allah'a yönelenlere Müjde vardır, kullarımı müjdele"

 

Ayette Görüldüğü üzere Allah azze ve celle tağut'u reddedip Allah'a iman edenleri müjdeliyor. Allah azze ve cellenin kullarına olan müjdesi herkesin de tahmin edebileceği üzere cennettir. Allah subhanehu ve teâlâ kullarına bir fiili yapmaları dahilinde direkt cennet ile müjdelediği başka bir ayet yoktur. İşte tağutun reddi bu kadar önemli bir kavramdır.

 

Nahl suresi 36. ayet:

"Biz bütün ümmetlere bir Resul gönderdik, Allah'a kulluk edin tağut'u da reddedin diye. Allah bu ümmetlerin kimine Hidayet nasip etti kimisine de sapıklık nasip oldu. Yeryüzünü gezip dolaşın ki Allah'ı yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bakın."

 

Bu ayette, Allah azze ve celle tüm peygamberlerin gönderiliş amacının tağutların reddedilip, Allah'a iman edilmesi olduğunu buyuruyor. Tağutun reddi iman etmenin en önemli gereğidir. Mesela "La İlahe İllallah" lafzındaki La ilahe'nin anlamı Allah dışında tüm ilahların reddidir. Bu ilahların içinde her türlü tağut bulunmaktadır. 

 

Bakara suresi 256. ve 257. ayet:

"Dinde zorlama (din seçmekta zorlama) yoktur çünkü hak ve batıl birbirinden iyice ayrılmıştır. Öyleyse her kim tağutu reddeder ve sonra Allah'a iman ederse, işte o, İslam ipine sarılır (Müslüman olur). Bu ip asla kopmaz. Allah her şeyi işitir ve bilir. Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirler ise tağutun dostudur. Tağut onları aydınlıktan karanlıklara sokar. Onlar cehennemliktir ve orada ebediyen kalacaklardır."

 

Ayet ne kadar da açık öyle değil mi? Bakınız, İmanın şartı 6'dır. Birinci şartı da Allah'ın varlığına ve birliğine imandır. Tağutu red meselesi işte Allah'ın varlığına ve birliğine imanın ana şartıdır. Çünkü Allah, az önce bahsettiğimiz Bakara suresindeki 256 ve 257. ayetlerde "her kim tağutu reddeder ve Allah'a iman ederse" buyurarak Allah'a imandan önce tağutun reddini şart koşmuştur. Devamında da Görüldüğü üzere tağutu reddedenlerin İslam ipine sarıldığını ve bu ipin hiçbir zaman kopmayacağını bildirmektedir.

 

Ardılı olan 257. ayette ise Allah subhanehu ve Teala tağutun dostlarının, destekçilerin ve yardımcılarının kafir olduğunu bildirmiştir. Nitekim kafirler tağutları reddetmezler ve onlar Allah'ın buyurduğu gibi cehennemde ebediyen kalacaklardır. Sahih bir iman sahibi olabilmek için tağutun reddedilip Rabbimizi Tevhid üzerine birleyip Allah'a iman etmek gerekmektedir. Bir insan isterse her gece Teheccüd namazına kalksın, hatta kuşluk ve evvabin namazlarını kılsın, hayatı boyunca Davut orucu tutsun; tağutu reddetmezsa asla ama asla Müslüman olamaz. Ayet çok açıktır. Allah tağutu red etmeyenlere Müslüman adını vermemiş aksine açık açık kafir demiştir.

 

Maide Suresi 60. ayet:

"De ki cezası bundan daha kötü olan bir şeyi haber vereyim mi? Allah'ın lanet ettiği, ona karşı öfkelendiği, aralarından domuzlar ve maymunlar kıldığı ve tağut'a kul eyledikleridir."

 

Görüldüğü üzere Allah'ın katında tağuta kul olmak ne kadar kötü, ne kadar aşağılık ve ne kadar da büyük bir azaba tabi olmaya neden olan bir ameldir.

 

Nisa suresi 51. ayet:

"Kendilerine kitaptan pay verilenleri görmedin mi? Onlar cipt'e ve tağut'a iman ediyorlar ve şöyle söylüyorlar; Bunların yolu müminlerin yolundan daha hayırlıdır."

 

Sahabeden İbn Abbas (ra) diyor ki; Ayetteki "cipt" taptıkları putlardır, ayetteki "tağut" ise putların önünde duran ve putlar adına konuşup toplumu yöneten önderlerdir.

 

Nisa Suresi 60. ayet:

"Sana ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Onlar tağuta mahkeme olmak istiyorlar. Oysa ki Allah onlara tağutu reddetmelerini emretmiştir. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor."

 

Bu ayetin nüzul sebebi, birazdan ele alacağımız "tağuta muhakeme" konusunda vardır, oradan okunulup öğrenilebilir. Kısaca derlemek gerekirse, bu ayette Allah'ın kitabı haricinde bir kanun, anayasa veya düzmece karinelerle hükmetmenin küfür olduğu apaçık şekilde belirtilir. Bu ayet günümüzdeki sahte tevhidçilerin iddia ettiklerinin aksine, çok net bir delildir.

 

Yine burada, sofi hocalarca, "tağut dediğiniz şey sadece şeytandır veya puttur" denilmesine de apaçık bir şekilde reddiye vardır. Zira, şeytan insanları muhakeme edemediğine göre bu ayette "insan" tağutlardan bahsedilmektedir.

 

Nisa Suresi 76. ayet:

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise tağut yolunda savaşırlar. Siz şeytanla şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz şeytanın tuzağı pek zayıftır."

 

Bu ayet apaçık şekilde tağuta askerliğin küfür olduğunu belirtmektedir. Zira Allah'ın kitabı haricinde bir kitapla yönetilen sistemler tağuttur. Onlara askerlik yapanlar da ayete göre tağuta askerlik yapmış olur ve bu ayetle karşı karşıya kalırlar. Dolayısıyla da küfre girmiş olurlar. Tabi ikrah altında kalkıp askerlik yapmak veya başka yol kalmadığı için kerhen askerlik yapmak bu sınıfa dahil değildir çünkü ortada bir icbar (mecburiyet) durumu vardır.

 

İbrahim Suresi 21. ayet:

Hepsi beraber Allah'ın huzuruna çıkarlar; Mustazaflar (güçsüz olanlar) müstekbirlere (güçlü olanlara) der ki: "Biz dünyadayken size destek oluyorduk, şimdi siz bize Allah'ın azabına karşı yardım eder misiniz?"

Müstekbirler şöyle derler: "Şayet Allah bize hidayet etseydi, biz de size Hidayet ederdik. Artık bunun bir önemi kalmadı. İster sabredin ister yakının fark etmez, bizim için bir kaçış yoktur."

 

Bu ayette, görünürde tağut geçmemektedir ancak Buhari'den ve Müslüm'den bu ayet hakkında Peygamberimizden (sav) şu sahih hadis rivayet edilmiştir; "Tağutlara uyanlar, kıyamet günü tağutlarının peşinden gitmeye devam ederler." (Kaynak: Buharî, es-Sahîh, "Tevhîd", 24; "Rikâk", 52; "İman", 299; Müslim, es-Sahîh, "Ru'yâ", 81; Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer b. Ahmed ed-Dârekutnî, es-Sünen, Mektebetu Mennâr, Ürdün 1411)

 

 Zariyat suresi 53. ayet:

"Onlar birbirlerine azgınlığı mı tavsiye ediyorlar? Bilakis onlar tağutlaşmış bir kavimdir."

 

Görüldüğü üzere Allah azze ve celle bir kavme, tabi oldukları sistem üzerinden tağut dedi.

 

Taha Suresi 24. ayet ve Naziat suresi 17. ayet:

"Firavuna git Çünkü tağut oldu."

 

Görüldüğü üzere Allah bir insana tağut demiştir hem de bir ayette değil iki ayette de aynı şekilde noktası virgülüne aynı lafzı buyurmuştur.

 

Fecir Suresi 11. ayet:

"Onlar beldelerinde tağutlaştılar."

 

Görüldüğü üzere Allah tağutlaşmış bir sisteme sahip olan beldeye tağut dedi.

 

Tağut ile ilgili hadisler:

 

Yukarıda, İbrahim Suresi 21. ayetin açıklamasında bahsettiğimiz hadis, ilk tağut hadisimizdir. Ayrıca, bu bahiste  bahsedeceğimiz hadislerin hepsi sahihtir.

 

Sahih-i Buhari'de ve İbnul Hacer'in Fethül Bari eserinde geçen bir hadiste, Rasulullah şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde Allah bütün insanları bir araya toplar ve şöyle buyurur; her kim neye tapıyorsa onun peşine düşsün. Artık güneşe tapmakta olan güneşin peşine düşer, aya tapmakta olan ayın peşine düşer ve tağuta uyanlarda tağutların peşine takılır giderler." (Buhari 14/6471, İbni Hacer Fethu’l-Bari 13/6573)

 

İmam Ahmed'in Müsned'inde ve Teberani'de geçen bir hadis şöyledir:

"Peygamberimiz Tebük Gazvesinin dönüş yolunda bineği üzerindeyken bir bedevi, devesi üzerinde hışımla ortalığı sarsarak geçti. Orada bulunanlardan birisinin “Bari bunun çabası ve kuvveti Allah için olsa” şeklindeki serzenişi üzerine Hz. Peygamber "Eğer çabası övünme ve iftihar içinse o Tâğut yolundadır" demiştir.
(Kaynak: Müsned, İshak b.Rahiviye, et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Avset, Dâru’l-Haremeyn, Kahire, IV. 284; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ ve Tabâktü'l-Esfiyâ, es-Saadet, Mısır 1974, VI. 196.)

 

Tebarani'nin Mucemul Kebir'inde geçen bir hadiste Ebu Malik El Eş'ari Radıyallahu Anh şöyle rivayet ediyor: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sahabesine şöyle söylerdi; "Yatmadan önce şu duayı okuyun Amentü billah ve kefertu bit tağut." [Duanın anlamı: Allah'a iman ettim, tağut'u Red ettim.]

(Kaynak:  Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire 1994, III. 297.)

 

İmam Nesai, İmam Buhari, İmam Müslim ve İbni Mace'nin yaptıkları rivayete göre Hz. Peygamber, Allah dışında başkası adına yemin etmekten nehy ederken "babalarınıza ve tağutlara yemin etmeyin" ifadesini kullanmıştır.
(Kaynak:Nesâî, Kitâbu’s-Süneni’l-Kübrâ, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2001,"iman", 10; Muhammed b. İsmail el-Buhârî, es-Sahîh, "İman", 5; Müslim, es-Sahîh, "İman", 6; İbn Mâce, es-Sünen, "Kefâret", 6.)

 

Bu yeminlere örnek olarak evliya üzerine veya para üzerine ya da kişinin tağut edindiği bir şey üzerine yemin etmek örnek olabilir.

 

İmam buhari'nin, İbni Hacer'in ve İmam Müslim'in naklettiği bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kab Bin eşref'e tağut dedi ve onu öldürttü.

Kaynak: Buhari 8/ 3777, İbni Hacer Fethu’l-Bârî 8/4037, Müslim 1801/119
İbnu Ebi Hatim`in Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiğine ve İbnu Cerir`in Şa`bi`den rivayet ettiğine göre NİSA 60'TAKİ TAĞUT KAB BİN EŞREFTİR. 

 

İbn-i Saad'ın Tabakat kitabında ve İbni Ebi Şeybe'nin Sünen kitabında Hz.Ebubekir'in Müslüman olması anlatılırken Ebubekir, Resulullah'a "Sen neye çağırıyorsun" diye soruyor ve Resulullah da "Allah'a iman etmeye tağut'u reddetmeye çağırıyorum" buyuruyor. (Siyer Yayınları)

 

İbni Ebi Şeybe'nin Sünen'inde ve Musannef de geçen bir rivayette, sahabeler çocuklarına konuşmayı öğrendikleri zaman şunu öğretirlerdi: "Amentü billah ve kefertu bit tağut."  (Bkz: “el-Musannef”, 3518 nolu rivayet)

 

Tağut ile ilgili alim sözleri:

 

İmâm İbn Cevzî rahimehullâh, tâğut kavramının tanımına dair şöyle demiştir:

“Tâğuttan neyin kastedildiği hakkında beş görüş vardır. Birincisi: O, şeytândır. Bunu Ömer bin Hattab, İbn Abbas, Mücâhid, Şâbi, Suddi ve diğerleri demişlerdir. İkincisi: O, kâhindir. Bunu Saîd bin Cubeyr ve Ebû’l-Âlîye demişlerdir. Üçüncüsü: O, sihirbazdır. Bunu Muhammed bin Şirin demiştir. Dördüncüsü: Putlardır. Bunu Yezidi ve Zeccac demişlerdir. Beşincisi: Ehl-i Kitâb’ın azgınlarıdır. Bunu da Zeccac demiştir.” [İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232.] 

 

Tabiînin büyüklerinden İmâm Mücâhid rahimehullâh’tan rivayet edildiğine göre tâğut:

“İnsânların idârecisi konumunda bulunan, halkın kendisine danışıp işlerinin hükme bağlanmasını istedikleri, insân sûretindeki şeytânlardır. Tâğut (Allâh’ın kanunları dışında) kendisine başvurulan insânların efendisidir.” [Suyutî, ed-Durru’l-Mensur: 2/22.] 

 

İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleymân rahimehullâh tâğutu: “Şeytân, putlar ve Yahûdî Ka’b bin Eşref” olarak üç farklı mânâda tefsîr etmiştir. [(Şeytân:) Bakara: 2/256; Nisâ: 4/76; Maide: 5/60 (Putlar:) Nahl: 16/36; Zumer: 39/17 (Ka’b bin Eşref:) Bakara: 2/257; Nisâ: 4/51. Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.]

 

İmâm Taberî rahimehullâh’a göre tâğut:

“Allâh’a karşı isyânkâr olup, zorla, zorlamayla veya gönül rızâsıyla kendisine tapınılıp ma’bûd tutulan insân, şeytân, put, heykel ya da herhangi başka bir şeydir.” 
1) İnsanoğlunu saptırıp Allah’tan başkasına kulluğa çağıran şeytan ki o, tağutun başıdır. Allah’ın lâneti şeytanın üzerine olsun.
2) Allah ile beraber kendisine ibadet edilen veya Allah’tan başka ibadet edilip de kendisinin de bu duruma razı olan kişidir.
3) İsmi ve cismi ne olursa olsun Allah’tan başka ibadet edilen ve kendisi de buna razı olan her şey.
4) Allah’ın hükümlerini değiştiren ve Allah’ın indirdiğinin gayrisiyle hüküm veren zalim idareci.
5) İslam şeriatına uymayan bütün metot, düşünce ve pozisyonlar.
6) Gaybî ilimleri bildiğini iddia eden kişi. Kâhin, müneccim, falcı, arraf ve sihirbazlar.
7) Kendisine ibadet edilmeye çağırarak kendisinin yüceltilmesini ve büyütülmesini kabul eden kişi. Firavun gibi.
8) Allah’ın indirdiği hükümler dışında başka bir hükümle hükmetmek.
[Taberî, Câmiu’l-Beyân: 5/419.]

 

İmâm Mâverdî rahimehullâh, bu tanımlara kötülüğü emreden nefsi de ilave etmiştir. [Mâverdî, en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/327.]


İmâm Beğavî rahimehullâh ise tâğutu şöyle tanımlamıştır: “Tâğut: İnsânın tuğyân etmesine sebeb olan her şeydir.” [Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350.]


Kadı Beydâvî rahimehullâh’a göre tâğut: “Tuğyânın zirvesine ulaşan, Allâh’a kulluğu engelleyen şeydir.” [Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl: 1/155.]


Ragıb el-İsfehânî rahimehullâh “Müfredat” da, Allâh’ın dışında tapınılan şeylerin tamamı, sapkın önderler, hayır yolundan çevirenler ve Ehl-i Kitâb’ın azgınlarının da tâğut olarak isimlendirildiğini belirtmiştir. [İsfehânî, Müfredat: 1/520-521.]


Allâme Âlûsî rahimehullâh ise tefsîrinde tâğutla ilgili bütün bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle demiştir: “En doğrusu bütün bu sayılanlara tâğut demektir.” [Âlûsî, Ruhu’l-Meâni: 2/14.]


İmâm Mâlik rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’tan başka (kendisine) ibâdet edilen her şeydir.” [Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.] Leys, Ebû Ubeyd, Kisai, Vahîdî ve lügatçilerin cumhuru da bu görüştedir. [Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim: 3/18.] 


İmâm İbn Kayyim rahimehullâh ise tâğut kavramı hakkında takdire şâyân bir tanım yaparak şöyle demiştir: “Tâğut: Kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın, Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Bunları düşünür ve insânların durumlarına bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil, tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.] 

 

Zeccac (rh): “Allah dışında yüceltilen ve ibadet edilen her varlık cibt ve tağuttur.” demişlerdir.

 

Muhammed Bin AbdulVehhâb; Tâğûtlar çoktur. Ancak bunların önde gelenleri beş tanedir:
1 - İnsanları Allâh'tan başkalarına ibâdete çağıran Şeytan.
2 - Allâh'ın hükümlerini değiştiren zâlim idâreciler.
3 - Allâh'ın indirdiklerinden başka hükümlerle hükmedenler.
4 – Allâh’ın dışında Gaybı bildiğini iddiâ eden kişi.
5 – Allâh’ın dışında kendisine ibâdet edilen ve buna rızâ gösteren.(Ed-Durar'us Seniyye 1/162-163)

 

İmam Maverdi, İmam Beğavi, kadı Baydavi, Ragıb el İsfahani, İmam Malik, ibnul Kayyum..... ve birçok alimin de tağutla ilgili bu ve benzeri şekilde söylemleri nakilleri vardır. Bu kadar nakil zikretmekle yetinmeyi uygun buldum. 

 

Görüldüğü üzere, bazı belamların söylediği gibi "tağut bir tek şeytandır" lafı batıldır çünkü eğer ki tağut sadece şeytan olsaydı Allah firavundan bahsederken ona "tağut" demezdi. Şeytan da tağuttur evet ancak "tağut sadece şeytandır" demek çok büyük bir cahilliktir.

 

Tekfir Meselesi:

 

Tekfir: Kendisini İslam'a Nispet eden bir kişinin kafir olduğunu söylemektir.

Meseleyi oldukça basit bir dille özetlemek gerekirse; Kafir: "inkar eden" demektir. Allah'ın ve Resulü'nün İslam'a dair bize öğrettiği herhangi bir karineyi inkar edene kafir denir.

 

2 çeşit kafir vardır:

1. Harbi kafir: İslamla savaşan, İslam'a düşmanlık eden kafirdir. Örnek olarak Peygamber Efendimizin amcası Ebu Leheb.

2. Zımmi kafir: İslam'la savaşmayan ancak İslam'ı da kabul etmeyen kafirdir. Örneğin peygamber efendimizin amcası Ebu talib.

 

İslam ile savaşmayan kimselerin canı ve malı haramdır. Harbi kafirle zımmi kafirin ayrımını net bir şekilde yapmak lazımdır çünkü günümüzde bazı kendini selefe nispet eden cenahlar herkesi harbi kafir sınıfına sokuyor ve tevhid davetini bu şekilde baltalıyor.

 

Sofi-Mutasavvıf kesimde bunu kullanarak gerçekten selefin akidesini yaymaya çalışan müslümanların üzerine propaganda yaparak geliyor. Bu şekilde ellerine Koz geçirdiklerini düşünüyorlar. Kısacası bizim yapmamız gereken karşımızdaki insanın şirkine veya küfürüne kalbimizle buğz ederek bu şirk veya küfürden teberri etmek ve sonra o insana güzel davranıp kalbini dini ısındırmaya çalışıp gerçek akideyi öğretmeye çalışmaktır. Bu bahsettiğimiz dine düşmanlık yapmayan yani zımmi kafirler için geçerlidir.

 

"Kafir" kavramı dışında bir de "Müşrik" kavramı vardır.

Müşrik: "Ortak koşan" demektir. Dinin tüm şiarlarına inanan ancak dinin herhangi bir şiarında Allah'a bir nesneyi, bir türbeyi, bir insanı veya herhangi bir şeyi ortak koşandır.

Kafirin de müşriğin de varacağı yer ve akibetleri aynıdır.

 

Tekfir ile ilgili ayetler:

 

Nisa Suresi 48. ayet:

"Allah şirki asla affetmez, Bunun dışında dilediğinden dilediğini affeder/bağışlar."

 

Nisa suresi 48. ayetin benzeri ayetler kur'an-ı Kerim'de onlarca yerde bulunmaktadır. Şirkin affolunmadığına dair bu ayeti vermekle yetinelim. Görüldüğü üzere kul, Allah azze ve celle'nin huzuruna bir konuda şirk koşar halde ulaşırsa Allah onu affetmeyeceğini ve bağışlamayacağını net bir şekilde belirtmiştir.

 

Tevbe suresi 65 ve 66 ayetler:

"Onlara sorsan Biz lafa dalmış şakalaşıyorduk derler. De ki; Siz Allah'la, resulüyle ve ayetleriyle mi şakalaşıyordunuz? Sakın özür dilemeyin çünkü imanınızdan sonra kafir oldunuz..."

 

Ayetin nüzul sebebi: Bir sahabeler, Kur'an okuyan diğer sahabelere şakalaşmak amaçlı "Siz sürekli Kur'an okuyup yemek yediğiniz için kilo aldınız" diyorlar. Bu olay üzerine bu ayet nazil oluyor.

 

Görüldüğü üzere Allah azze ve celle bu nifak ehli sahabelerin cehaletini hiçbir şekilde mazeret olarak görmemiştir. Bu ayetten anladığımız diğer başka bir şey de Allah'ın ayetleriyle veya Resulüyle alay etmek küfürdür.

 

Tam da bu esnada dikkat etmemiz gereken bir husus var.

Şirkte ve küfürde cehalet şu 5 hüccet dolayısıyla mazeret değildir:

1. Allah Araf suresi 172. ayette de görüleceği üzere "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye söz aldı.

2. Bize akıllı nimetini verdi.

3. Peygamber gönderdi.

4. Kitap gönderdi.

5. Yeryüzünü kevni ayetlerle (yani kendi varlığı ve birliğine işaret eden delillerle) donattı.

 

Mümtehine suresi 4. ayet:

"İbrahim ve diğer peygamberlerde sizin için güzel bir örnek vardır. Hani Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi; Biz sizden biriyiz. Allah'tan başka ibadet ettiklerinizden de beriyiz. Sizi red (inkar ve tekfir) ediyoruz. Siz bir olan Allah'a iman edinceye kadar aramızda Ayrılık başlamıştır."

 

Rabbimiz bize, İbrahim Aleyhisselam ve diğer peygamberleri kavimlerini red ve tekfir ettiklerinden ve onların şirklerinden beri olduklarından dolayı bize "güzel bir örnek(usvetül hasene)" olarak bildirmiştir.

 

İmam Ahmed Bin hanbel ve Ebu Hanife gibi alimler de "kim bir kafire kafir demezse O da kafir olur" demişlerdir. Kafirin küfüründen teberri etmeden İslam dairesine girmek mümkün değildir. Tabi "ikrah" durumları hariç. Tekfir dinin aslındandır fakat karşınızdaki kişi bunu size sormadıkça ona söylemek zorunda değilsiniz. İtikat etmeniz yeterlidir.

 

Hac Suresi 17. ayet:

"Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, sabiîler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) varya; Allah kıyamet günü Onların aralarında mutlaka hüküm verecektir. Çünkü Allah her şeye şahittir."

 

Allah subhanehu ve Teala bu ayette, yeryüzündeki dinleri sayarken Allah'a ortak koşanları da yani müşrikliği de bir "din" olarak belirtmiştir. Bu yüzden Yahudilerin ve Hıristiyanlardan teberri olup tekfir etmek neyse müşrikleri de şirklerinden teberri edip tekfir etmek aynı şeydir. Zira Allah bu ayette şirke de bir din demiştir.

 

Kafirun Suresi 1. ayeti:

"De ki ey kafirler!" (diye başlar)

 

Kafirun Suresi herkes tarafından bilinen bir sure olduğu için diğer tekfir ayetleri yerine sadece Kafirun suresinden örnek vermeyi yeterli buldum. Görüldüğü üzere Allah azze ve celle ayetinde direkt bir biçimde Mekke müşriklerini tekfir etmiştir. Ama burada ince bir nokta var. Şöyle ki:

 

Kafirun Suresi 6 ayet: "Sizin dininiz size benim dinim banadır."

 

Görüldüğü üzere, Kafirun Suresi 6 ayette müşrikliğe bir "din" denilmiştir. Mekkelilerin bir dini mi vardı ki Allah onlara "sizin dininiz size" demiştir. Onlar kendini İbrahim (as) peygambere nispet ediyordu. İbrahim peygamber Hanif bir müslümandı ancak Mekkeliler kendilerine ne hanif ne de müslüman diyordu. Burada "sizin dininiz size" cümlesini zikreden Rabbimiz, Mekkeli müşriklerin binbir çeşit şirkine tek kalemde "din" dedi. Görüldüğü üzere şirk bir dindir.

 

Tekfir ile ilgili hadisler:

 

İmam Ahmed'in, İbni Mace'nin, İbni Hibban'ın ve Hakim'in aktardığı bir hadiste şöyle anlatılmaktadır.

 

İmran bin Huseyin'den (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah (sav), elinde pirinçten yapılma bilezik olan bir adam gördü. "Bu nedir?" diye sordu. Adam, "Kolumdaki ağrıdan dolayı bunu taktım" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu "Onu çıkar! Çünkü bu, ağrını arttırmaktan başka bir şey aramaz. Şayet bu bilezik üzerindeyken ölecek olsaydın bir gün bile ebediyen kurtulamazsın."

 

Hadiste görüldüğü üzere peygamberimiz, sahabesinin bu şekilde öldüğü halde ebediyen cehennemde olacağını bildiriyor. Ebediyen cehennemde olanlar kimlerdir? Kafirler ve müşriklerdir. Burada Peygamber Efendimiz bu adamı tekfir etmiştir. Tabii ki tekfirinde usulleri vardır.

 

Hiçbir kul peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kadar yumuşak ve iyi olamaz. Demek ki tekfirde bile yumuşaklığı ve iyiliği elden bırakmamalıyız.

 

 Ebu Hatim'in rivayetine göre Huzeyfe radıyallahu anh'ın hummadan dolayı eline ip takmış bir adam gördü. Ipi kopararak şu ayeti okudu: "Onların çoğu Allah'a ancak müşrik oldukları halde iman ederler". (Yusuf Suresi 106. ayet)

 

Huzeyfe (ra) görüldüğü üzere arkadaşını tekfir edip onun müşrik olarak Allah'a iman ettiğini ayet okuyarak bildirmiştir.

 

Zeyd İbni Hâlid el-Cühenî radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirince yüzünü cemaate döndü ve:

– "Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?" diye sordu. Sahâbîler:

– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

– "Buyurdu ki: Kullarımdan bir kısmı bana iman ederek, bir kısmı da kâfir olarak sabahladı. Allah'ın fazlı ve rahmeti sayesinde yağmura kavuştuk diyenler bana iman etmiş, yıldızlara iman etmemiştir. Filan ve filan yıldızın batıp doğması sayesinde yağmura kavuştuk diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldızlara iman etmiştir" buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî) 

 

Hadiste apaçık bir tekfir vardır. Okuma yazması olan herkes anlayabilir. Özetle; kim bir şirk veya küfür ameli işlerse tekfir edilir. Tekfir aslında kötülük değil, bilakis iyiliktir. Çünkü şirk koşanı tekfir etmesen, uyarmasan belki de yaptığı işin veya amelin şirk olduğundan haberi olmayacak ve Allah'ın huzuruna şirk koşar halde gidecek. Ayetlerle de sabit olduğu üzere Allah azze ve celle huzuruna şirk koşarak gelenlerin affedilmeyeceği bildirilmiştir.

 

Kimse kimsenin şirkini veya küfrünü bilmek zorunda değildir. Ancak bir kişinin şirkini veya küfrünü gördükten ve  ona şahit olduktan sonra onu kalben (itikaden) tekfir etmek zorundadır. Tekfir etmediği halde dinin aslından olan tekfiri terk etmiş olur ve böylece amel olarak müşriklerin şirkinden teberri etmemiş olur Bu yüzden de küfre düşmüş ve inkarcı (kafir) olmuş olur.

 

Bir müslüman, zahiren hallerini bilmediği insanlar hakkında yaşadığı toplumun durumuna nispetle hükmeder. Eğer ki İslam ülkesinde yaşıyorsa, ta ki küfrünü görene kadar insanları İslam'a nispet eder. Küfür ülkesinde yaşıyorsa da insanları tevhidini görene kadar küfre nispet eder. Yani Darul İslam'da aslolan İslam'dır, Darul Küfür'de aslolan küfürdür.

 

Tekfir konusunda kıstasımız Ömer Radıyallahu anh'ın şu sözü olmalıdır: 

"Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) zamanında Allah katından gelen vahiy sayesinde insanlar gizli hallerinden de sorumlu tutuluyorlardı. Hiç kuşkusuz vahyin arkası kesilmiştir. Biz ise şu anda sizleri, bize apaçık belli olan davranışlarınız sebebiyle hesaba çekeriz."

 

Yani, Bizler insanların zahirlerine göre hükmederiz. Zahiren iman alametleri taşıyorsa müslümandır. Bir küfür ameli sözü davranışı sergiliyorsa da kafirdir. Tekfir konusu çok önemli bir konudur. Aşırıya gidilirse haricilik, boş verilirse de mürcielik baş gösterir. Bu yüzden her konuda müminin olması gerektiği gibi bu konuda da ihtilali ve orta (vasat) yollu olmamız gerekmektedir. 

 

Galatı meşhur bir şüpheye cevap vererek bu konu özetini bitirelim İnşallah.

 

 Peygamberimizin (sav) bir hadiste buyurduğu: "Kim bir müslümana kafir derse, o Müslüman kafir değilse, kendisi kafir olur." şeklindeki hadisi aslında "sakındırma" babındandır. Burada Peygamberimiz aşırılığı ve Müslümanların birbirlerini kafirlikle itham edip vebale ve günaha girmesini önlemektir.

 

Bir müslümanı kafirlikle itham etmek yani tekfir etmek çok büyük günahtır. Bu yüzden tağutu reddetmiş ve hayatında hiçbir şirk barındırmayan, Tevhid üzere hayatını sürdüren bir Müslüman işlediği büyük veya küçük günahlardan dolayı tekfir edilemez.

 

Yukarıda bahsettiğimiz "müslümana kafir diyen kendisi kafir olur" hadis tıpkı, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." , "Yalan söyleyen bizden değildir." , "Kişi mümin olarak zina yapmaz." , "Kişi mümin olarak hırsızlık yapmaz." , "Her kim güzel koku sürünür dışarıdaki erkeklerde onun kokusunu alırsa bu zina etmiş gibidir." şeklindeele alınmalıdır. Tüm bu hadislerde "sakındırma" olduğu gibi tekfir hadisinde de "sakındırma" vardır.

 

Peki neden? Çünkü her birinde Resulullah "bizden değildir" gibi tekfiri çağrıştıran sözler kullanıyor. Yani diyebilir miyiz ki hırsızlık yapan İslam dairesinden çıkar, zina eden İslam dairesinden çıkar veya oku sürünüp dışarı çıkan Mümin bir kadın İslam dairesinden çıkar? Hayır diyemeyiz. İşte bu yüzden, bu tip hadislerin hepsi sakındırma babındandır.

 

 BÜYÜK ŞİRKTE CEHALET MESELESİ:

 

Büyük şirkte cahilliğin mazeret olmadığı ile ilgili ayetler:

 

Zümer Suresi 64. ayeti:

"Peki benim Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi istiyorsunuz Ey Cahiller."

 

Ahkaf Suresi 23. ayet:

"Dedi ki: onun ilmi Allah'ın katındadır. Ben size sadece tebliğ ediyorum. Ancak ben sizi cahil bir kavim olarak görüyorum."

 

Bu ayelerde görüldüğü üzere, peygamberlerin davetini inkar eden ve icabet etmeyen kavmin özelliği "cahillik" olarak nitelendiriliyor. Allah, yukarıda ayetini okuduğumuz Ad kavmini cahil olmalarına rağmen helak ediyor. Cahil olmaları onları Allah katında mazeretli yapmıyor ve kurtarmıyor. Demek ki cehalet bir mazeret değil, suçtur.

 

Beyyine Suresi 1. ayet:

"Ehli kitaptan kafir olanlar ve Müşrikler, Kendilerine apaçık deliller gelinceye kadar iman edecek değillerdi."

 

Ayette çok net bir şekilde görülüyor ki, Allah azze ve celle daha kendilerine delil gelmeden Ehli Kitap'tan olanlara ve Mekkeli müşriklere kafir diyor.

 

Nisa suresi 48. ayet:

"Allah şirketi asla bağışlama şirk dışında istediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa Allah'a en büyük iftirayı atmıştır."

 

Nisa Suresi 116. ayet:

"Allah kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bunun dışında dilediği günahı affeder, kim Allah'a ortak koşarsan, o uzak bir sapıklığa düşmüştür."

 

Maide suresi 72. ayet:

"Kim Allah'a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılan, cehennem ateşine koyar Birgül o Zalimlere de hiç kimse yardımcı olmaz."

 

Ayetlerde görüldüğü üzere Allah, şirki hiçbir şekilde affetmeyeceğini bildirmektedir. Şirki, Allah'a atılan bir iftira olarak nitelendirmiştir. Peki Allah böyle birine cahil der mi veya bu cahilliği özür sayıp böylelerini cennetine alır mı?

 

Hud suresi 29. ayet:

"Ey kavmim ben sizden bir mal istemiyorum. Benim ecrim Allah katındadır. Ben iman edenleri de kovmam. Onlar rablerine kavuşacaklardı. Velakin Ben sizi cahil bir kavim olarak görüyorum."

 

Ayetten anlaşıldığı üzere, Nuh Aleyhisselam'a kendi kavmı mal teklif edince Nuh aleyhisselam'da bunların bu kötü teklifine karşın "benim ecrim Allah'ın katındadır" diyerek cevap veriyor. Daha sonra da Nuh Aleyhisselam'ın kavmi Nuh aleyhisselama ona Tabi olan müminleri kovmasını istemişler. Bunun üzerine Nuh da ona tabi olanların iyilerden olduklarını belirterek Rablerine kavuşacaklarını söylemiş ve kendisine İsyankar olan azgın kavmini de "cahillikle" nitelendirmiştir.

 

Tevbe Suresi 6. ayet:

"Müşriklerden biri sana geldiğinde ona eman ver. Allah'ın kelamını dinlesin sonra onu gideceği yere serbest bırak. Böyle yapman onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır."

 

Allah azze ve celle bu ayetinde, "müşriklerden biri sana geldiğinde diyerek" daha gelenin Allah'ın kelamını dinlemeden "müşrik" olduğunu söylüyor. Allah'ın kelamını dinledikten sonra da serbest bırakılmasını emrediyor. Bunun nedenini de onların "bilmeyen" (yani cahil) bir kavim olmalarından dolayı diyor.

 

Mümin Suresi 49. ve 50. ayetler:

Bu sefer ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: “Ne olur, Rabbinize yalvarın da, bir günlüğüne olsun azabımızı hafifletsin!” diye feryat edecekler.

 Cehennem bekçileri: “Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmemiş miydi?” diye soracaklar, onlar da: “Evet, getirmişlerdi, fakat biz inkâr etmiştik” diye cevap verecekler. Bunun üzerine bekçiler: “Madem öyle, biz değil, kendiniz Allah’a yalvarın! Ama bilin ki, kâfirlerin yalvarmaları boşunadır” diyecekler. 

 

Enam suresi 130. ayet:

Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?

“Nefislerimezin aleyhimize şahitlik ederiz” derler; dünya hayatı onları aldatmış oldu ve (âhirette) kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.

 

Ayetlerde ne fark ediyoruz? Allah azze ve celle onların kafir olduğunu söylerken, kafirliklerini "peygamber göndermedin mi" diyerek ispatlıyor. Yani görüldüğü üzere Allah, peygamber gönderdiği bir kavmin üzerinden cehaleti kaldırmıştır.

 

Enam suresi 156. ve 157. ayetler:

"Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi; biz ise onların okuduklarından tamamen habersiziz” demeyesiniz; Yahut “Bize de kitap indirilseydi, doğru yolu bulmada onları geçerdik” demeyesiniz diye (Kur’an’ı indirdik). İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet geldi. Allah’ın âyetlerini yalan sayan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Böylelerini, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız."

 

Görüldüğü üzere, Allah azze ve celle bu ayetlerinde kavimlere göndermiş olduğu kitapları hüccet sayarak onların üzerinden mazeretlerinin kaldırıldığını bildirmiştir.

 

Araf Suresi 172. ayet:

Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.

 

Allah, ayette de bahsedildiği üzere misakta hepimizden söz almıştır.

 

Tahrim Suresi 7. ayet:

"Ey inkâr edenler(kafirler)! Bugün boşuna mazeret ileri sürmeye kalkmayın! Çünkü siz dünyada ne yaptıysanız ancak onun cezasını çekeceksiniz."

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki Allah "Mazereti" olup özür sunmaya çalışanlara "kafirler" diyor ve onlara dünyadeyken ne yaptılarsa karşılığını alacaklarını buyurmuştur. Yani yevmül mahşerde "cehalet" para etmeyecek!

 

Tevbe suresi 65. ve 66. ayetler:

"Onlara sorsan; 'Biz lafa dalmış şakalaşıyorduk' derler. De ki; Siz Allah'la, rasulüyle ve ayetleri ile mi şakalaşıyordunuz. Özür dilemeyin siz imanınızdan sonra kafir oldunuz."

 

Ayetin nüzul sebebi:

Sahabeler sefere çıkarken, bir takım sahabeler, sürekli Kur'an okuyan diğer sahabelere şakalaşmak amaçlı "Siz sürekli Kur'an okuyup yemek yediğiniz için kilo aldınız" diyorlar. Bu olay üzerine bu ayetler nazil oluyor.

 

Allah azze ve celle peygamber efendimiz ile beraber sefere çıkan ve Allah yolunda canını vermeye giden sahabelerin cehaletini mazeret saymamışken, başkasının cehaletini mazeret sayacağını söylemek sapıklıktan başka bir şey değildir.

 

Ayete nüzulü sebebiyle bakıldığında, açıklamaya hiçbir şekilde gerek kalmadan cehalet konusunda ve Allah'ın ayetleri ile bilip bilmeden herhangi bir şekilde dalga geçenler konusunda çok nettir.

 

Şirkte cehalet şu 5 hüccet dolayısıyla mazeret değildir:

 

1. Allah bizden Araf 172'de "elestü bi rabbiküm" diye söz aldı:

Allah bizleri daha yaratmadan önce bizim fıtratlarımızdan yani bizim ruhlarımızdan bir söz aldı; "Ben sizin rabbiniz değil miyim" dedi. Biz de "Bilakis şahitiz" dedik ve Allah'a söz verdik. 

 

2. Allah bize akıllı nimetini verdi:

Allah azze ve celle bizlere hayvanlardan ayırt eden akıl nimetini bahşetti ve Enfal Suresi 22. ayete de dediği gibi böylece kendisini bulabilmemiz için gerekli donanıma sahip olmamızı sağladı.

 

3. Peygamberler gönderdi:

Allah azze ve celle İsra suresi 15'te "Biz peygamber göndermediğimiz bir kavme azap edici değiliz" buyurmuştur. Herkesin bildiği üzere de bizim kavmimize peygamber gelmiştir ki bu Nahl 36'da açık bir şekilde her ümmete de gönderildiğine dair vurgulanmıştır.

 

4. Kutsal kitaplar gönderdi.

(Kur'an bu konudaki ayetlerle doludur.)

 

5. Allah azze ve celle yeryüzünü kevni ayetleri ile yani kendi varlığı ve birliğine işaret eden delillerle donattı. Tıpkı Hz.İbrahim'in etrafını inceleyip aklıyla Allah'ı bulması gibi.

 

Cehaletin mazeret olmadığı ile ilgili hadisler ve alim sözleri:

 

Enes’ten nakledilen bir rivayette de şöyle anlatılmaktadır:

Biri: Ya Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu.

Rasûlullah (sallAllahu aleyhi ve sellem): “Cehennemdedir” buyurdu.

Adam, arkasını dönüp gidecekken, Rasûlullah (sallAllahu aleyhi ve sellem) onu çağırdı ve: “Benim de, senin de baban cehennemdedir” buyurdu.

(Muslim, Ebû Dâvûd,Ahmed b. Hanbel, Musned,) 

 

Adiy b. Hatim (r.anh) diyor ki:

"Ben, Rasulullahın yanına gittim. Boynumda altından bir haç bulunuyordu.

Bana dedi ki: "Ey Adiy, bu putu çıkarıp at."

Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler." âyetini okuduğunu işittim.

Dedim ki: "Ey Allahın Rasulu biz onlara ibadet etmiyorduk ki."

Rasulullah da buyurdu ki: "Dikkat edin, Yahudi ve Hristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılınca da onu haram kabul ediyorlardı. (İşte bu Allah’tan başkasını Rabb edinmek demektir.)" (Tirmizi) 

 

Bu hadisler, günümüzün en büyük şirklerinden olan teşri hakkını Allah'tan başkasına verip Allah'ın El Hakim, El Hakem ve El Adl ismini başka varlıklara vererek girilen şirke delildir. İnsanlarımız böylece, bilsinler ya da bilmesinler fark etmeksizin Allah'a şirk koşmuş oluyorlarr ve cehaletleri de maalesef mazeret değildir.

 

Başka bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyler de bu söz yüzünden cehennemin, doğu ile batı arasındaki mesafeden daha derin bir yerine düşer." (Buhari, Muslim)

 

İmran bin Huseyin Radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Resulullah Sallallahu vesellem, elinde pirinçten yapılma bilezik olan bir adam gördü. Bu nedir? Diye sordu. Adam, kolumdaki ağrıdan dolayı bunu taktım dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Onu çıkar! Çünkü bu, ağrını arttırmaktan başka bir şey aramaz. Şayet bu üzerindeyken ölecek olsaydın bir gün ebediyen kurtulamazsın."

 

Bu hadiste bahsi geçen sahabe, bu halin şirk olduğunu bilmiyordu ancak bu hal üzerine ölseydi Peygamberimizin söylediği gibi ebediyen cehennemde kalacaktı. Yani anlaşılıyor ki burada kulun İslam'ın özünü bilmemesi hiçbir şekilde mazeret değildir.

 

İmam Şafi (rh) cehalet hakkında diyor ki: "Eğer cahil cehaletinden dolayı mazur olmuş olsaydı, cehalet ilimden daha hayırlı olurdu. Çünkü kuldan teklif yükünü kaldırmış ve kalbini sıkıntı türlerinden rahatlatmış olurdu. Tebliğ ve öğrenme imkanından sonra kul için hükmün cahili olmasında hiçbir delili yoktur."

 

Yani Kur'an'ın gelmiş olması ve peygamberin gelmiş olması bizler için tüm mazeretlerin bitmiş olması anlamına geliyor. Eğer ki cahillik mazeret olsaydı hiçbir alimin insanlara davet yapmasına gerek kalmazdı çünkü adam zaten cahil ve mazeretli. Yani bu adama niye gidip de Hakkı anlatıp da sorumluluk sahibi yapacaksın ki? Bırak da cahil cahil cennete gitsin! İlim öğrenip de niye amel işleme derdine koyuyorsun adamı!

İşte bu metaforda da görüldüğü üzere bu çok batıl bir düşüncedir.

 

Muhammed Bin Abdullah es samiri der ki: "Kim şakayla küfür kelimesi söylerse kafir olur. Yine bir topluluk ondan bunu kabul ederse onlar da kafir olur ve cehaletle mazur olmazlar."

 

Kadı Iyad derki: "Hanefi alimlerinin cehaletin mazeret olmayışıyla ilgili yaptığı konuşmalara karşılık şunu söylerim ki: kimse küfür de cehaleti ile mazur olmaz."

 

Ebu Yusuf şöyle diyor: "Ebu Hanife diyor ki: Yaratılmışlardan hiç kimsenin yaratanını bilmeme konusunda Mazereti yoktur."

 

İmam Karrafi şöyle diyor: "Şeriat sahibinin(Allah'ın) şeriatta müsamaha göstermediği (şirki, küfrü) ve işlerini affetmediği şey cehalettir. Bunun kuralı ise şudur: sakınılması çok zor olmayan ve nefse meşakkatli gelmeyen şeylerdir. Bunlar affedilmemiştir ve diğerinden de teklif kalkmamıştır."

 

İbni Teymiyye şöyle diyor: "Kim küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir fiil yaparsa bununla kafir olur. Kafir olmayı kastetmese bile kafir olur. Çünkü Allah'ın diledikleri dışında hiç kimse sırf küfre girmek için gidip küfür işlemez."

 

İbni Kayyım şöyle diyor: "İslam, Allah'ı birleme, yalnızca Allah'a ibadet etme, Allah'a şirk koşmama, Allah'a ve Resulüne iman etme ve getirdiklerini tabi olma dinidir. Kul bunları yapmadığında Müslüman olamaz. Böyle bir kişi eğer inatçı bir kafir değilse cahil bir kafirdir. Bu tabakanın son hali, onların inatçı olmayan cahil kafirler olmalıdır. Onların inatçı olmamaları, onları kafir olmaktan kurtarmaz. Zira kafir; ya inatla ya cehaletle ya da inat edenleri taklitle Allah'ın birliğini inkar eden ve resulünü yalanlayandır."

 

Allah azze ve celle Kur'an'ın da cehaleti, "helak" olan kavimlerin bir özelliği olarak bahsetmiştir ve cehaleti sürekli yermiştir. Yani cehalet aslında bir suçtur. Eğer ki cehalet Allah katında bir mazeret olsaydı Allah Kur'an-ı Kerim'in de helak olduğu bilinen kavimlerin özelliklerinden bahsederken onları "cahillikle" nitelendirmezdi. Zaten mantıken, cahillik bir mazeret olsa Müslüman davetçiler, sapık olan ancak kendini doğru yolda olduğunu sanan insanlara davet yapmakla uğraşıp kendilerini yormazdı.

 

Son olarak, şu önemli detayı belirtmek isterim ki cehalet akidevi konularda kesinlikle mazeret değildir. Ancak fıkhi konularda cehalet mazerettir çünkü herkes imanını bilmekle mükelleftir ancak kimse alim olmakla mükellef değildir.

 

AZİR (CEHALETİ MAZERET GÖRENLERİN HÜKMÜ) MESELESİ:

 

Azir, kelime olarak "mazur gören" demektir. Azirler, cehaleti mazeret görürler. Ancak Azirler cehaleti mazeret gördükleri için değil, cehaletinden dolayı küfür veya şirk işleyenleri tekfir etmedikleri için kafir olurlar.

 

Ehli sünnet ve cemaat alimleri büyük şirkte cehaletin mazeret olmadığı konusunda icma etmişlerdir.

 

Abdurrahman bin Ebi Batın, "el İntizar li akidetül muvahidin" kitabında 25. sayfada büyük şirkte cehaletin mazeret olmadığında alimlerin "icma" ettiğini zikretmiştir.

 

Velid bin Raşit Es süheyda'nın "el İcma ul akdi" isimli kitabında 54 sayfada 374. icmada alimler büyük şirkte cehaletin mazeret olmadığına dair "icma" etmişlerdir cemiştir.

 

Hac Suresi 17. ayet:

"Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, sabiîler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) var ya Allah kıyamet günü Onların aralarında mutlaka hüküm verecektir. Çünkü Allah her şeye şahittir."

 

Allah, Hac Suresi 17. ayette, yeryüzündeki dinleri sayarken Allah'a ortak koşmayı da yani müşrikliği de bir din olarak belirtmiştir. Bu yüzden Yahudi ve Hıristiyanların Şirk ve küfürlerinden teberri edip onları tekfir etmek neyse müşriklerin de şirklerinden teberri edip onları tekfir etmek bire bir aynı şeydir çünkü Allah ayette bunlar arasında bir ayrım gözetmemiştir.

 

İmam Taberi bu ayetin tefsirinde seleften İmam katade'den şu nakli yapmaktadır: İmam katade diyor ki; "6 din vardır, Biri Rahman'ın, beşi şeytanındır."

 

Kafirun Suresi 6. ayette: "Sizin dininiz size, benim dinim banadır." buyrulur.

 

Kafirun suresinin nüzul sebebini hemen hemen herkes bilir. Allah, müşrikliğin de bir din olduğunu peygamberine şöyle demesini emrederek net bir şekilde belirtmiştir: "Sizin dininiz size, benim dinim banadır."

 

Nitekim peygamber efendimiz İmam Ahmed'in Müsned'inde naklettiği bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Uyumadan önce Kafirun suresini okuyarak yatan, şirkten emin olur."

 

Kafirun suresinde bilindiği üzere şirk kelimesinden hiç bahsedilmez ancak az önce bahsettiğimiz gibi 6. ayetinde şirk dininden teberri etmek geçmektedir.

 

Nitekim İmam Beğavi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Sizin dininizi size den kasıt şirktir, benim dinim bana dan kasıt da İslam'dır."

 

Bizim için bir yahudiyi tekfir etmeyen insan neyse veya bir Hristiyanı tekfir etmeyen insan neyse, bir müşriği tekfir etmeyen insan da işte odur. Çünkü Yahudilik nasıl bir dinse, Hristiyanlık nasıl bir dinse, şirk de bir dindir.

 

TAĞUTA MUHAKEME MESELESİ:

 

Muhakeme, İslam ıstılahında ihtilaf sahiplerinin, hüküm sahibine ihtilaflarını götürmesidir.

 

Nisa Suresi 60. ayet:

"Sana ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini zannedenleri görmedin mi? Onlar tağuta muhakeme olmayı irade ediyorlar (istiyorlar). Oysa ki Allah tağutu reddetmelerini emretmişti. Şeytan bunları derin bir sapıklığa götürmek istiyor."

 

1) İmam Taberi Nisa Suresi 60. ayetin tefsirinde, İbni Abbas Radıyallahu anh'tan bu ayetin nüzul sebebi olarak şunu nakletmiştir: Ebu Berzed el Eslemi bir Kahin idi. Yahudiler arasındaki ihtilafları muhakeme ediyordu. Eslem kabilesinden ihtilaf eden bazı müslüman görünümlü münafık kişiler ona başvurdular. Bunun üzerine Allah Nisa süresinin bu ayetlerini indirdi. 

 

2) Taberi tefsirinde Şabi'den nakledilmiştir diyerek şunları aktarmıştır; "Bir Yahudi ve bir münafık ihtilafa düştüler. Yahudi, rüşvet almayacağını bildiği için 'Muhammed'e muhakeme olalım' dedi. Münafık ise bu teklifi kabul etmedi Sonunda Cüheyn'den bir kahine muhakeme olmaya karar verdiler. (Bu Kahinin ismi Kab Bin Eşref olarak geçiyor) Ardından bu ayet nazil olmuştur.

 

Kurtubi de tefsirinde, bu rivayetin bir benzerini nakletmiştir ancak alimler o rivayete "zayıf" demişlerdir.

 

3) İbni Ebi Hatim, Nisa suresinin 60. ayetinin nüzul sebebi olarak şöyle demiştir; Cellas bin Samit, Mut'ib bin Kuşeyr, Rafi bin Zeyd ve Bişr isimli bir kişi, Müslüman olduktan sonra kavimlerinden bazı kişilerle ihtilafa düştüler. Kendi kavimlerinden olan kişiler bunlara, ihtilaflarını çözmek için 'Haydi Resulullah'a gidelim' dediler. Fakat bunlar kabul etmeyerek 'Kahinlere gidelim' dediler. Bunun üzerinden Nisa Suresi 60. ayet indirilmiştir. (Bu hadis Mürseldir yani sahihe yakındır, uydurma veya zayıf değildir)

 

4) İbni Kesir kendi tefsirinde Nisa Suresi 60. ayetin tefsirinde şöyle der:

"Bu ayet hakkında Allah'ın kitabından başka kitaba muhakeme olanların Allah'a ve ahiret gününe inanma iddialarının boş ve geçersiz olduğu, zandan ibaret olduğu geçmektedir."

 

Müfessirlerin nakillerinde de görüleceği üzere Allah, tağuta muhakeme olmayı irade edenlerin imanının zandan ibaret olduğunu buyuruyor. 

İbni Kayyum da diyor ki: "4 mezheb, tağuda muhakeme olmanın küfür olduğuna ve hüküm yetkisinin Allah'ın kitabı ve resulünün sünneti olduğunda icma etmiştir."

 

Muhakeme hakkında bilinmesi gereken ana kavramlar;

 

Tahakküm: muhakeme olmak, tağuttan hüküm istemek, Allah'ın el Hakem ismini tağuta vermek anlamına gelir. Bu küfürdür. El hakem isminin Allah'tan başkasına verilmesinin küfür olduğunun delili şu ayetlerdir; Nisa Suresi 65. ayet, Şura suresi 10. Ayet, Kehf suresi 26. Ayet...

 

Tahkim: İki kişi arasındaki bir ihtilafı kafire veya müslümana götürmeye denir. Bu ise Allah'ın kitabında ve resulünü sünnetinde geçmeyen konularda geçerlidir. Örneğin bir ticaret yaparken almayı düşündüğün malın sağlamlığını veya kalitesini ölçtürmek için ekspere vesaire götürmektir. Tahkim caizdir, küfür değildir. 

 

Tasüllüm Sulh: İki kişi arasında çıkan bir kavgayı veya hadiseyi üçüncü bir kişinin çözmesini istemektir Çözen kişinin dini önemli değildir. Bu, Allah'ın Kur'an'ında karı kocanın arasını yapmak için her iki tarafın ailelerinden hakem tayin edilsin buyruğu gibidir. Tayin edilen hakemlerin Müslüman veya kafir olması önemli değildir Ancak Müslüman varsa Müslüman olması daha iyidir tabii ki.

 

İsticade: Bir Müslümanın kafire veya kafirlere sığınmasıdır. Resulullah'ın Taif taşlanması dönüşünde Mut'im bin Adiy'in himayesine girmesi ve Mut'im bin Adiy'in oğullarıyla birlikte toplanıp Resulullah'ı himaye altına alıp Mekke'ye amcası Ebu Talib'in yanına kadar getirmesi buna örnektir. Müslümanın bir tağuta veya kafire sığınması isticadedir ve caizdir. Örneğin, Müslümanın işkence gördüğü bir ülkeden daha rahat edebileceği tağuti sistemle yönetilen bir ülkeye sığınıp orada vatandaşlık alması gibi.

 

Tazallüm: Zulmü def etmek için kafirlerle yardımlaşmak veya onlardan yardım istemektir Bu da caizdir. Örneğin polis, itfaye, zabıta, jandarma ve benzeri kolluk kuvvetlerinden herhangi bir sıkıntılı olay durumunda yardım istemek tazallümdür.

 

Muhakeme konumuzu özetlemeye devam edelim; Tağut'a muhakeme olmak itikadi bir küfürdür. Eğer ki bir adam hayatı boyunca hiçbir zaman tağuta muhakeme olmasa bile, tağuta muhakemenin küfür olmadığına itikat etse, tağuta muhakeme olmasa da bu insan kafirdir. 

 

Muhammed İbn Abdulvahhab, Durarus Seniyye kitabında Nevakidul İslam kısmında, bu "itikat küfrü" meselesini şu sözlerle açıklamaktadır: "Her kim başkasının yolunun Nebi'nin yolundan daha güzel olduğuna veya başkasının hükmünün Nebi'nin hükmünden daha güzel olduğuna itikat ederse, tıpkı tağutların hükmünü Nebi'nin hükmünden üstün tutmak gibi, işte bu kişi kafirdir." 

 

Şu da bilinmelidir ki; adliyede bir hakime muhakeme olmakla, başka bir yerde kaymakam, vali, bakan, devlet veya başkanına muhakeme olmak arasında bir fark yoktur. Musa aleyhisselamı sorguya çeken çeken bizzat Firavun'du, İbrahim Aleyhisselam'ı sorguya çeken bizzat Nemrut'tu, Yusuf Aleyhisselam'ı sorguya çeken bizzat Melik'ti veya Habeşistan'a giden sahabeleri sorguya çeken bizzat Necaşi'ydi.

 

Bahsi geçen peygamberler ve sahabeler tağuta muhakeme olmamıştır çünkü savunma yapmışlardır ve savunma yapmak küfür değildir, muhakemenin bir parçası da değildir. Kim derse ki, "bir peygamber tağuta muhakeme oldu" veya "sahabeler tağuta muhakeme oldu" bu kişi, bu peygamberlere ve sahabelere iftira atmış olur çünkü tağuta muhakeme olmak küfürdür. 

 

Hatta yakın zamana kadar, ülkemizdeki Kürt bölgelerinde aşiret reisleri hüküm veriyordu. İnsanlar bunların yanına gidip hüküm istiyorlardı. Bu da bir tağuta muhakeme durumudur. Allah'ın hükmü dışında bir hükümle hükmettiğinde Allah'ın El-Hakem ismini kendine almış olur.

 

Nisa Suresi 60. ayetin nüzul sebeplerinde belirtilen kahinlerin hiçbirinin bir adliye binası, mahkeme binası, mahkeme sistemi vesaire bir alanı yoktu. Bu yüzden "adliyede kakime muhakeme olunursa küfürdür ancak kaymakama, valiye, bakana vesaire muhakeme olunursa küfür değildir" diyenlerin sözü batıldır.

 

"Darül küfürde bir Müslümanla bir kafir, tağutun muhakemesine başvurabilirler bu küfür değildir" diyen sahte tevhidiçlere deriz ki; Allah azze ve celle Darül İslam'da El Hakim oluyor da, Darül Küfür'de El Hakim olmuyor mu? Yani Allah'ın el Hakim sıfatı darların fıkhına göre bir yok olup bir var mı oluyor haşa?! Darul İslam'da küfür olan bir amel, Darül küfürde nasıl küfür olmaz?! Bir şey küfürse Darul İslamda da küfürdür, Darül küfürde de küfürdür. Fıkıh meselelerinde "Darül İslam - Darül küfür" farkı vardır ancak akaid meselelerinde bir şey küfürse veya şirkse her yerde küfür ve şirktir!

 

Allah, Nisa Suresi 60. ayette zaten buyuruyor ki "Tağutu reddetmeleri emredildiği halde onlar tağuta muhakeme oluyor".

 

Şimdi Darül İslam'da reddedilmesi emredilen tağut, Darül Küfür de Nasıl oluyor da reddedilmesi emredilmiyor?! Bu sahte tevhidçilere bunları sormak lazım çünkü muhakeme meselesinde Allahın bir ismini tağuta vermekte herhangi bir "küfür görmeyen" birine göre, teşri meselesinde de başka bir ismi Allah'tan başkasına vermekte "sakınca yoktur" diyebilir. Yani muhakemede de teşride de her iki isimde Allahın ismidir ve Allah'tan alıp hiçbir varlığa verilemezken, nasıl oluyor da birini vermekte sakınca görmeyip birini vermeyi küfür diyorlar?!

 

Bunların saçma akidesi şaka gibi ama değil. Bu akide kendi içinde paradoks barındıran bir akidedir. Ayrıyeten, Darül İslamda tağutun muhakemesi nasıl var olsun?! Eğer tağutun muhakemesi varsa zaten orası Darül İslam ismini almaz!

 

Özetle, ikrah olmaksızın tağuta muhakeme olmak küfürdür çünkü Allah bize tağutu reddetmemizi emretmiştir. Nitekim el Hakem ve el Hakim olan Allah'tır. Beşeri ideolojilerin yasalarının hakem tayin edilmesi Allah azze ve celleye şirk koşmaktır.Tağutun hükmüne Rıza göstermektir ve küfre Rıza göstermektir. Küfre rıza göstermek de küfürdür.

Dediğimiz gibi tağuta muhakeme tek bir durumda küfür değildir. O da ikrah halidir. 

 

İkrah: kişiyi bir işe kerhen (zorla) mecbur etmek demektir.

 

İmam Buhari bu konudaki açıklamasında şöyle der:

"Allah kendisinin emrettiği şeyleri terk etmekten kaçınamayan kimseleri mazur saymıştır. Ama ikraha tabi tutulan kimseler mustazaf olmalıdır. Onu ikrahla tehdit eden ise yaptığı tehdidi yerine getirmeye kuvveti olan kimsedir.

 

İmam Kurtubi, el Camiul Ahkam kitabında Nahl suresinde 106. ayetin tefsirinde ikrahı şöyle açıklar:

Tehdidini gerçekleştirmeye güç yetirebilen bir şahsın, tehdidini yerine getirebileceğine zannı Galip ile kanaat getiren ve o tehditten kaçınmaya güç yetiremeyip korkar hale gelen bir şahsı, normalde kendi rıza ve ihtiyarıyla yapmayı seçemeyeceği bir işi veya bir sözü haksız yere zor söyletmesidir.

 

Yani kısaca normalde küfür olan bir şeyi ikrah halinde yapması durumunda o kişi küfre girmez.

 

İkrahın sınırları belli değildir, kişiden kişiye değişir. Allah ve Resulü ikraha sınır getirmemiştir. Hiçbir alim de ikraha bir sınırlama getirmemiştir.

 

İkrah ancak ve ancak "his" ile bilinir. Örneğin, benim için bir yıl hapis ikrah durumu oluşturmayabilir. Ben bu durumdan korkmayabilirim ancak başka bir şahsa (durumu ve konumu sebebiyle) bir ay hapis bile ikrah durumu oluşturabilir. Bu meselenin özü aslında budur.

 

İkrah ve icbar birbirine karıştırılmamalıdır. Bir şey "zorlanarak" yapılıyorsa ve sonunda şirk veya küfür varsa bu ikrahtır. Mesela hapis cezası veya dayakla şirk sözü söylemek gibi.

Ama icbar ise zorlanarak yapılıp sonunda şirk veya küfür bulunmayan meselelerdir. Mesela döverek zorla içki içirmek gibi.

 

İKRAH MESELESİ HAKKINDAKİ AYETLER:

 

Nahl suresi 106. ayet:

"Kim iman ettikten sonra kafir olursa, kalbi imanla dolu olduğu halde ikrah altında olanlar hariç, her kim göğsünü küfre açarsa Allah onlara gazap eder. Onlar için Elem verici bir azap vardır."

 

Ayetin nüzul sebebi:

Mekkeli müşrikler Ammar'ı, babası Yasir'i, annesi Sümeyye'yi, Bilal'i, Habbab'ı ve Salim'i alıp işkence ettiler. Sümeyye iki deveye bağlandı ve bacağı yırtılarak şehit edildi. Sonra diğerlerine de işkence yapıldı ve Sümeyye'nin kocası Yasir de şehit edildi. Bu karı-koca İslam'ın ilk şehitleridir. Bunun üzerine oğul Ammar da zor ve baskı altında müşriklerin söylediği bütün küfür sözlerini tekrar etti. Ancak Bilal tekrar etmedi.

İşte, ardından bu ayet nazil oldu. Daha sonra Ammar Bin Yasir, Resulullah'ın yanına gidip der ki; "Ya Resulallah Ben helak oldum." Resulullah diyor ki; "niye helak oldun".

Ammar Bin Yasir diyor ki; "Ben onların küfür sözlerini söyledim."

Rasulullah da "Kalbin ne haldeydi" diyor. Ammar Bin Yasir; "İman doluydu" diyince Rasulullah "Bir daha olursa bir daha yap." buyuruyor.

 

Görüldüğü üzere bu ayetten anlıyoruz ki, bir şey normalde şirk veya küfürse ancak ve ancak ikrah olduğunda ona şirk veya küfür diyemezsin.

 

Hadiste de, Müşrikler sahabelere işkence yaparak dinlerinden döndürmeye çalışıyorlar, Sümeyye ve kocası Yasir Şehit oluyorlar. Oğulları Ammar, müşriklerin istediğini yapıp küfür sözlerini söylüyor ancak Bilal söylemiyor.

Her iki sahabe de küfre girmedi veya mürted olmadı. Çünkü biri ikrah ruhsatını kullandı, diğeri kullanmadı.

 

Buradan anlaşılıyor ki ikrah kişiden kişiye değişiklik gösterebilir.

 

Ali İmran suresi 28. ayet:

"Müminler müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler. Her kim böyle yaparsa Allah'la kendi arasında bir bağı kalmaz ancak onlardan gelebilecek tehlikelere karşı takiye yapmanız müstesnadır. Allah sizi kendisine karşı uyarıyor çünkü sonunda Allah'a döneceksiniz."

 

İmam Taberi tefsirinde bu ayet için şöyle diyor:

"Medine'deki Yahudiler, Müslümanları 'Belki kendi dinimize çekeriz' düşüncesiyle Ensar'dan bazı kişilere dost oldular. Rifa bin Muzhir ve Abdullah ibni Cübeyr gibi sahabeler o ensardan kişilere gelip 'Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlik kurmayın ki sizi şüpheye düşürmesinler' dediler. Fakat onlar birlik ve dostluğa devam edince bu ayet nazil oldu. İbn Abbas, Ebu Hanife ve benzeri birçok alimler, Ali İmran suresi 28. ayetin ikrah konusunda bir delil olduğunu ve İkra halinin oluşturduğu durumlarda takiye yapılabileceğini söylemişlerdir."

 

İKRAH HAKKINDAKİ HADİSLER:

 

Müseylemetul Kezzab peygamberliğini ilan edince Resulullah'ın ashabından iki kişiyi yakalayıp kendi yanına getirdiler.

 

Müselemetul kezzab onlardan birisine 'Sen Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik eder misin?' diye sordu. O da 'evet ederim' dedi. Ardından 'Peki benim Allah'ın resulü olduğuma şahitlik eder misi'n diye sordu. Adam da 'evet ederim' dedi bunun üzerine bu adamı serbest bıraktı. Sonra diğerine 'Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik eder misin?' diye sorunca, adam da 'evet ederim' dedi. Ardından 'Peki benim de Allah'ın resulü olduğuma şahitlik eder misin?' diye sordu. Adam da 'ben sağırım kulaklarım işitmiyor' diye cevap verdi Bunun üzerine Müseylemetul Kezzab bu kahraman adamın boynunu vurdu.

 

Ardından, serbest bırakılan kişi Resulullah'ın yanına gelir ve 'Ya Resulullah Ben helak oldum' der.

Resulullah da 'Seni helak eden de nedir?' diye sorar ardından başından geçen olayları anlatır. Bunun üzerine Rasulullah, 'Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti, sen ise ruhsat olan yolu seçtin. Şu anda halin neyse sen işte osun' dedi. Bunun üzerine adam da 'Şahitlik ederim ki Sen Allah'ın rasulüsün dedi'

Allah Resulü de, 'Şu anda sen ne üzerinde isen osun' dedi.

 

 Görüldüğü üzere, ikrah bir ruhsattır ve insan isterse ikrah ruhsatından yararlanmayabilir bu da azamettir ancak ikrah ruhsatından yararlanan tekfir edilmez, edilemez!

 

Rasulullah (s.a.v.) İbni Mace'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur:

"Allah ümmetimden şu 3 şeyi affetmiştir; Hata etmelerini, Unutmalarını ve İkrah altında olmalarını."

 

İmam Beyhaki ve İmam Hakimin nakletmiş oldukları bir hadiste de Resulullah sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

 

"Müşriklerin yanında küfür sözleri söyledikten sonra ağlayan Ammar Bin Yasir'e tezkiye verip gözyaşlarını siliyor ve şöyle diyor: Müşrikler seni yakalasalar ve suda boğsalar ve sana deseler ki Allah'a şirk koş sen bu fiili yapabilirsin."

 

Yani bu hadisten anlıyoruz ki ikrahta söz veya fiil arasında bir fark yoktur. Her ne küfür fiili işlenirse işlensin ne küfür sözü söylenirse söylensin, kalbi imanla dolu olduğu müddeçte ikrah ruhsatından yararlandığı için kişi kafir olmaz

 

İkrah konusunda bilinmesi gereken ana kavramlar:

 

Mukrih: Müslümanı ikrah altında tutan kişidir.

Mukreh: İkrah altındaki Müslümana denir. 

Mukrehun aleyh: İkrah altında yaptırılan fiil veya sözdür.

Mukrehun bih: Tehtidin kendisidir. Mesela; ölüm, işkence, ağızla tehdit etmek, hapis, sürgün, bir organı kesmek vb.

 

Kişinin ikrah durumunda olması için onu o küfür ameline veya sözüne zorlayan kişinin tehdit ettiği şeyi yapmaya muktedir olması gerekmektedir. Mukrehin(ikrah altındakinin), Mukrihten (ikrah altına alandan) herhangi bir şekilde kaçıp sıyrılıp onun tehdit ettiği şeyi yapmasını engelleyecek bir engel bulunmaması gerekir.

 

Bu konuda güncel bir örnek vermek gerekirse; bir Müslümanın, bir kafir tarafından ölümle işkence ile veya memleketinden sürülmek ile vb. bir şeyle tehdit edilmesi durumunda, o tehdidi eden kişinin bu tehdit ettiği şeyi yapmaya gücü kuvveti olması halinde ve Müslümanın da zannı galiple o şahsın istediği şeyi yapmadığı halde o şahsın tehdit ettiği şeyi gerçekleştirmeye gücünün bulunduğunu bilmesi halinde, o insan hakkında tağutun muhakemesine başvurabilir. Normal şartlarda tağutun muhakemesine başvurmak küfürken, bu insan ikrah ruhsatından yararlandığı için küfüre girmemiş olur. 

 

İkrahın nerede başladığı da kişiden kişiye değişir. Aynı şekilde nerede bittiği de kişiden kişiye değişir.

İmam Ceziri, İmam Nevevi'den şunu naklediyor;

 

"İkrah, her akıllı insanın tehdit edilen şeyin başına gelmemesi için yapmaya mecbur bırakacak unsurlarla gerçekleşir. Bu ise şahısların, talep edilen fiillerin veya korkulan şeylerin değişkenliğine göre değişiklik arz eder."

 

İbn Kudame el-Makdisi şöyle der:

"İkrah, şahıslara ve zorlandığı şeye göre değişir. Bazen bir şahıs için İkrah olan şey bir başkası için değildir. Bazen bir başkasının ikrah sebebi, bir başkasının olmayabilir. İkrah, zengin birisini sıkıntıya sokmayacak kadar altın ise, örneğin 5 dirhem kadarlığı, işte bu malın telef edilmesi, boşanmaya zorlanan için ikrah sayılmayabilir. Çünkü bir insan buna katlanır veya bundan dolayı boşanmak istemez. Bu şahsı sıkıntıya sokacak kadar malın tenef edilmesi ise bunun gibi değildir. Bu ikrahtır. Azrai rahimullahın dediği gibi, az bile olsa itibarlı bir şahıs için hapis ikrahtır."

 

Ayrıca, Necid alimlerinden Hammad bin Atik, İbni Teymiyye'den şöyle bir nakil yapıyor:

"Bütün mezhepleri inceledim ve gördün ki ikraha maruz kalan kişinin durumuna göre ikrahın durumu da değişir. İmam Suyuti, İbni Abidin vb bir sürü alim de ikrahın kişiden kişiye değişeceğini söylemişlerdir. Zaten ikrah hakkındaki ayetlerde de görüldüğü üzere Allah azze ve celle ikraha bir sınırlama getirmemiştir. Allah'ın ve Resulünün bir sınırlama getirmediği konuda hiçbir kimse sınırlama getiremez."

 

İmam Suyuti, alimlerden gelen bir nakilde bulunuyor ve diyor ki:

"İslam alimleri toplumda saygın bir yeri olan, makamı, mevkisi ve itibarı olan kişilere toplum huzurunda hakaret edilmesini veya küçük düşürülmesi İkrah olarak görmüşlerdir. Zira toplum huzurunda küçük düşürülmek saygın olanlara sıkıntı ve elem verir. Bunda madden ve manen zarar görürler."

 

İbni Kudame, el-Muğni adlı eserinde şöyle diyor: "Hz.Ömer, İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve İmam Şafi mücerret (sade) olarak tehdit edilmeyi ikrah görmüşlerdir."

 

Bu konu hakkında bu kadar nakilin yeterli olacağını düşünüyorum ama daha bir sürü de nakil yapacak kaynak vardır. 

 

Tüm bu nakillerden sonra anlaşılıyor ki, bir muvahhidin evine bir dava dosyası gelse ve bu insan bu davanın akıbetinden korksa ve kendisi kendini savunmak için tağutun muhakemesine gitse, ister kendi ayağıyla gitsin, isterse de uçarak gitsin bu insan tekfir edilemez. Çünkü bu insan ikrah altındadır. İkrahta ise, söz ve fiil arasında bir fark yoktur.

 

İmam Ahmed ve Hanbeli alimlerine göre ikrah çeşitleri:

1) şiddetli dövme, 2) boğulma, 3) ölümle tehdit etme, 4) vücudu kesme, 5) çok malı telaf etme, 6) malın çalınması, 7) hapis, 8) tehdit amacıyla suda boğmaya teşebbüs, 9) Sürgüne zorlamak ve bunun gibi benzeri şeylere güç getirmeye çalışılması, 10) zorla yaptırılan diğer şeyler, 11) tehdidin gerçekleşebileceğini galibi zanla bilmek ve zararın uzaklaştırılmasına büyük bir getirememek.

 

Peki mal ikrah mıdır? Malın telifi hakkında bilmemiz gereken en önemli şey; bir dünya malının gitmesi veya yok olması asla ikrah değildir. Burada "ikrah" olan, o mala sahip olan Müslümanın o malın gitmesi dahilinde göreceği zarardır. Yani mal değil malın telefinin kişiye verdiği zarar ikrahtır.

 

Örneğin, zengin bir adamın 100.000 lira değerindeki bir arabasının çalınması o adam için ikrah durumu oluşturmaz çünkü malda ikrah olan durum o malın gitmesi değildir. Malın çalınması, yanması, kaybolması vesaire gibi bir durumların kişiye verdiği zarar önemlidir.

 

Aynı durumu, hiç malı olmayan bir Müslüman üzerine değerlendirelim; fakir bir müslüman için bir araba, işine gidip gelmesini, ailesini geçindirmesini vesaire işlerini halletmesini sağlıyor. Onun başka araba alacak bir durumu da yok. İşte bir zengin ile bir fakir aradaki fark budur.

 

Yani ilk durumdaki Müslümanın durumu iyi olduğu için onun için bir arabanın çalınması ikrah durumu oluşturmadı ancak ikinci durumdaki Müslümanın maddi imkanı olmadığı için arabasının yanması, kaybolması, çalınması vs. o müslüman için ikrah oldu. Yani burada malın telef olması değil malın telef olmasının kişiye verdiği zarar ikrah durumu oluşturabilir. Bu bütün maddi şeyler de bu şekildedir.

 

Şafii mezhebinin ikrah gördüğü durumlar: 1) toplumda şahsiyet sahibi insanları az da olsa dövmek, 2) avamdan birini şiddetli bir biçimde dövmek, 3) her türlü hapis, 4) malın telefinin kişiye zarar vermesi.

 

Hanefi mezhebinin ikrah görüşü: 1) bir günden fazla olmak üzere hapis, 2) bir kırbaçtan fazla olmak üzere dayak, 3) hassas olmasından dolayı göz veya başa vurmak.

 

Maliki mezhebinin ikrah görüşü: 1) az bile olsa dövmekle veya hapisle tehdit etmek, 2) yöneticilerin halkı zorlaması 3) kadın için kocasının zorlaması 4) dövülmek 5) öldürmekle, dövmekle ya da kelepçe ile tehdit etmek.

 

İmam Malik, tüm bunları anlatırken Bakara suresi 195. ayeti delil getirmiştir yani "kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın" ayeti.

Bu ayeti delil getirerek diyor ki, "Bir kişi kendini tehlikeye atmamalı ve tehditle karşılaştığında ikrah ruhsatını kullanmalıdır."

 

İbni Kudame, Ömer Radıyallahuanh'ın "Korkan, kelepçelenen ve dövülen kişi güven içerisinde değildir." sözünü naklederek diyor ki; "Kola kelepçe takılması, korkutulmak ve dövülmek ikrahtır."

 

İbni Hacer el Askalani, Fethul Bari adlı eserinde Kadı Şureyh'in şöyle dediğini nakleder;

"Cumhur ulema; hapis, dayak, tehdit ve kelepçe ikrahtır demiştir."

 

İmam Kurtubi, kendi tefsirinde Nahl suresi 106. ayetin tefsirinde Abdullah İbni Mesut'tan (ra) şu nakli yapıyor;

"İki kırbaç yememek için her türlü sözü söylerim." (Dikkat edin, İbni Mesut bu sözü söylerken fakir değil bilakis Kufe şehrinin en önde gelenlerindendi.) 

 

Mihne döneminda ikrah ruhsatı hakkında çok güzel örnekler vardır şüphesi olan o döneme bakıp kalbini mutmain edebilir Allahın izniyle. 

 

İkrah konusunda hiçbir alim, hiçbir alimi ikrah ruhsatını kullandı veya azamete sarıldı diye tekfir etmemiştir.

 

SAVUNMA MESELESİ VE AVUKAT TUTMA KONUSU:

 

Savunma muhakemenin bir parçası değildir. Savunma yapmak ayrı, muhakeme olmak ayrı bir olgudur. Her muhakeme savunma olmadığı gibi, her savunmada muhakeme değildir.

 

Öncelikle, ikrah durumu müstesna, bir Müslümanın tağutun Mahkemesiyle falan işi olmaz. Tevhid ehli bir Muvahhid mahkemeye gidiyorsa ya sistem ona dava açmıştır ya da kafirin biri kendi hakkında bir suç duyurusunda bulunmuştur da bu yüzden gidiyordur. İster mahkemeye kendisi gitsin isterse de zorla götürülsün her iki durumda da müslümanın kendini savunması küfür değildir.

 

Gelin özetle, savunma konusundaki delillere değinelim:

 

İlk delil Necaşi kıssasıdır. Necaşi kıssası neredeyse tüm kaynaklarda geçmektedir.

Peygamberimizin amcaoğlu Cafer bin Ebu Talib Radıyallahuanh şöyle anlatıyor;

 

"Kureyşliler, Amr Bin As ve Umare Bin Velid, Ebu Süfyan'ın verdiği hediyelerle Necaşi'ye gönderdiler. Necaşi'ye şöyle dediler:

-Bizim ayak takımı ve beyinsizlerimizden bazı kimseler senin yanına gelmişler onları bize teslim et.

Bunun üzerine Necaşi;

-Hayır onları dinlemedikçe size teslim etmem dedi ve hepimizi huzuruna topladı. Şöyle sordu: Bunlar ne diyorlar?

Biz de (sahabeler olarak) dedik ki;

-Bunlar putlara tapan bir kavimdir. Allah bize bir peygamber gönderdi, biz de ona iman ettik ve onu tasdik ettik.

Bunun üzerine Necaşi;

-Kureyş heyetine dönerek, bunlar sizin köleleriniz mi? diye sordu. Onlar da "hayır" dediler. Necaşi, "Sizin bunlardan alacağınız var mıdır?" diye sordu. Onlar "hayır" dediler. Necaşi; "Öyleyse bunların yolundan çıkın" dedi.

Böyle konuştuktan sonra Necaşi'nin huzurundan çıktık gittik.

Bundan sonra Amir Bin As şöyle söylemiş;

-Bunlar İsa hakkında senin düşündüğünden farklı düşünüyorlar. Bunun üzerine Necaşi, "Eğer İsa peygamber hakkında benim söylediğim sözlerden başka şeyler söylüyorlarsa onları memleketinde bir an dahil bırakmam" dedi.

Necaşi bizi tekrar çağırdı. Bu ikinci çağrısı birincisine nispetle daha sertti. Bize şöyle söyledi;

-Muhammed, Meryem oğlu İsa hakkında ne diyor?

Biz de dedik ki, "Resulullah, Meryem oğlu İsa'nın Allah'ın ruhu, İffetli ve bakire Meryem bıraktığı kelimesi olduğunu söylüyor."

Bunun üzerine Necaşi bana falan keşişi ve falan rahibi çağırın dedi. Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz diye sordu ve onlar "Siz bizden daha iyi bilirsiniz" dediler ve sonra Necaşi yerden bir çöp(çubuk) alıp dedi ki;

-Bunların bu konuda bizimle bu çöp kadar aykırı görüşü yoktur.

Sonra dedi ki, "Size herhangi bir kişi eziyet ediyor mu? Biz de "evet" dedik.

Necaşi bir yazıcı çağırdı ve dedi ki; "Kim bunlardan birine dokunursa 4 dirhem altın ceza olarak alınacaktır."

Sonra bize "bu ceza yeterli mi?" diye sorunca, biz de "hayır (yeterli değil)" dedik O da bir kat arttırarak 8 dirheme çıkardı.

 

Evet, bu hadiste görüldüğü üzere sahabeler, Habeş ülkesinin kralı olan Necaşi'nin karşısında savunma yapmıştır. Üstelik sahabelere sataşanlara verilen cezayı yeterli görmeyerek cezanın Necaşi tarafından arttırılmasını da sağlamışlardır. Savunmanın küfür olmadığı ispat edilmiş oldu.

 

Ama dikkat edin burada hiçbir şekilde tağuttan hüküm istemek veya tağuta muhakeme olmak yoktur. Neden? Çünkü savunma ayrı, muhakeme apayrı bir kavramdır.

 

Burada sahabeler sadece kendilerini savunmuşlardır. Eğer ki tağuta muhakemedeki "savunma" muhakemenin bir parçası olarak "küfür" olsaydı Sahabeler şöyle demez miydi; "Ey Necaşi! Sen henüz müslüman değilsin ve Allah'ın şeraiatı ile hükmetmiyorsun! Sen bir tağutsun ve biz sana karşı savunma yapmayız çünkü bizim dinimize göre bu küfürdür."

 

Gel gör ki sahabeler böyle demeyip kendilerini savundu. Yani şu andaki savunmaya küfür diyen harici müşrikler sahabelerden daha mı iyi biliyorlar da böyle bir şeyi ortaya atıyorlar?! Merak konusu gerçekten.

 

Ey hariciler! Yusuf Aleyhisselam'ın Melik karşısında savunma yapması muhakeme miydi?! Musa Aleyhisselam'ın firavuna karşı savunma yapması muhakeme miydi?! İbrahim Aleyhisselam'ın Nemrut'a karşı savunma yapması muhakeme miydi?! Fesubhanallah!

 

Savunmaya muhakemenin bir parçası dersek dolayısıyla da savunmaya küfür dersek bu saydığımız Peygamberlere ve sahabelere iftira atmış oluruz Allah korusun!

 

Bir mahkemenin mahkeme olabilmesi için iki tarafın da gidip muhakeme olmayı istemesi tağuta başvurması gerekir çünkü muhakeme davalı ve davacının birlik hükmü hakime kaldırmasıdır.

 

Peygamberler ve Sahabeler gidip de tağuta muhakeme olmuyorlar. Üzerlerine atılmış bir suç var ve kendilerini temize çıkarabilmek için gidip savunma yapıyorlar. Tağuta muhakeme konusunda bu kavramı özetle açıklamıştık zaten.

 

Musa Aleyhisselam ve İbrahim Aleyhisselam'ın kıssaları da savunmanın küfür olmadığının en büyük delillerindendir. Çünkü o zamanın tağutlarının huzurunda kendilerini savunmuşlardır. Musa Aleyhisselam'ın kıssası Şura Suresi 19. ayet ve devamı, İbrahim Aleyhisselam'ın kıssası ise Enbiya Suresi 57. ayet ve devamıdır.

Yusuf Aleyhisselam'ın kıssası ise aynı şekilde savunma konusundaki delillerimizdendir. Yusuf suresi 23 ve 29. ayetler idrak edilerek okunursa mesele pekiyi anlaşılacaktır.

 

Avukat tutmak küfür müdür?

 

Öncelikle şunu belirtelim ki kafire, "küfre veya şirke düşmeyeceği" konularda vekalet vermek küfür değildir.

 

İbni Kudame el-Muğni adlı eserindeki vekalet bölümünde şöyle diyor: "Vekalet kitap, sünnet ve İcma ile caizdir. Bizzat kendisi hakkında tasarrufu sahih olanın ve başkasının yerine de işi gerçekleştirecek herkesin vekalette bulunması da sahihtir. İster erkek, ister kadın, ister köle, ister Müslüman, ister kafir olsun fark etmez."

 

İmam Buhari'nin Sahih'indeki vekalet bölümünde şöyle geçer:

 

"Abdurrahman İbni Avf şöyle dedi; Ben Mekke'de malımı muhafaza etmesi ve akrabalarımı koruması için Medine'deki malını ve akrabalarını korumam karşılığında Ümeyye bin Halef ile vekalet yaptım. Vekalet mektubunun üzerine yazılı olarak Abdurrahman İbni Avf imzasını koydum. İsmimde Abdurrahman kelimesi geçince Ümeyye senin ibadet ettiğin Rahman'ı tanımam, bana cahiliyedeki isminle yaz dedi. Bunun üzerine Abdurrahman İbni avf, Abduamr diye yazdı."

 

 Görüldüğü üzere sahabenin en ileri gelenlerinden olan Abdurrahman İbni Avf bir kafire hatta Allah düşmanı olan bir kafire vekalet vermiştir.

 

Hz.Ebubekir de Mekke'deki işlerin yürütmesi için babası Kuhafe'ye vekalet vermiştir. Vekaleten Mekke'deki işlerini babası Kuhafe, Ebubekir Radıyallahu anh adına işletmiştir.

 

Tüm bu deliller de gösteriyorki avukat tutmak caizdir ancak şirk ve küfür işlememesi kaydıyla caizdir.

 

ÖLÜDEN VEYA YAŞAYANDAN ŞEFAAT İSTEME MESELESİ:

 

Şefaat, sözlük anlamı olarak "korumak, kurtarmak, çıkarmak" demektir.

 

İnsan insana dünyadayken, dünyalık işler için şefaat edebilir yani kurtarabilir, koruyabilir. Bu şirk değildir. Bizim şirk olduğunu söylediğimiz "şefaat" yalnızca Allah'ın güç getirebileceği konularda, kullardan yardım istemek veya kullardan Medet ummaktır.

 

Yoksa kulların güç yetirebileceği bazı meselelerde, kullardan yardım istemek şefaatin sözlük anlamındaki "kurtarmak" manasında kullanılır ve bunda herhangi bir sakınca yoktur. 

 

Şefaat 2 çeşittir:

1.) Müsbet şefaat 2.) Menfi şefaat

 

1.) Müsbet şefaat: Kabul edilen Şefaat tir.

Bu Şefaat türü, "Uhrevi" ve "Dünyevi" olarak 2'ye ayrılır.

 

A) Dünyevi Şefaat: Örneğin Peygamber Efendimizin, "Kardeşlerimize ticarette şefaat edin" hadisi gibidir. Bu hadiste Peygamberimiz şefaatin sözlük manasını kullanmış ve Müslümanların dünyalık işlerde birbirlerine karşı ayrıcalıklı davranarak birbirlerini korumalarını ve kollamalarını emretmişti. Bu caiz şefaat türüdür. 

 

B) Uhrevi Şefaat ise Allah'ın izin verdiği kulların, yine Allah'ın izin verdiği kullara şefaat etmesidir. Yani Allah'ın şefaat izni verdiği kullarının şefaatlerine nail eylemesi için Allah'a yapılan duadır.

 

 2. Menfi şefaat: Sadece Allah'ın güç getirebileceği bir hususu Allah'tan başkasından istemektir. Mesela; ölülerden, mücahidden, alimden, türbeden, peygamber mezarlarından vs. şefaat istenmesi buna örnektir. Tüm bu şefaat talepleri şirktir.

 

Şefaat hakkındaki mühim ayetler:

 

Bakara Suresi 48. ayet:

Öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz ve hiç kimseye yardım da edilmez.

 

Bakara Suresi 254. ayet:

Ey iman edenler! Alım satım, dostluk ve şefaatin olmadığı bir gün gelip çatmadan Allah'ın size verdiklerinden O'nun için harcama yapın. Kâfirler zalimlerin ta kendileridir.

 

Bakara Suresi 255. ayet:

O'nun izni olmadıkça katında hiç kimse hiç kimseye şefaat edemez.

 

Enam suresi 51. ayet:

Rablerinin huzuruna çıkarılacaklarından korkanları onunla (Kur'an'la) uyar. Onlar için O'ndan (Allah'tan) başka dost ve şefaatçi yoktur. Umulur ki sakınırlar.

 

Enam Suresi 94. Ayet:

Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Hakkınızda (yaratılışınızda) ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış, (ilah) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir.

 

Araf Suresi 53. ayet:

Onlar, Kur’an’a iman etmek için ille de onun bildirdiği kıyâmet haberinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? O gerçekleştiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle diyecekler: “Demek Rabbimizin peygamberleri bize gerçeğin ta kendisini getirmişler, ama biz kulak asmamışız! Şimdi bize şefaat edecek kimseler yok mu? Veya dünyaya tekrar gönderilsek de daha önce yapamadığımız sâlih ameller yapsak!” Ne var ki onlar kendi felaketlerini bizzat kendileri hazırladılar ve kendilerine en büyük zararı verdiler. Uydurdukları sahte tanrıları da onları yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi.

 

Yunus suresi 3. ayet:

Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah'tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?

 

Yunus suresi 18. ayet:

Allah'ı bırakıp da kendilerine hiçbir zarar ve fayda vermeyecek olan şeylere ibadet ediyorlar. Ve bunlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir diyorlar. De ki: Allah'a Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi haber mi veriyorsun? Onların şirk koştukları şeylerden Allah münezzeh ve yücedir. 

 

Taha Suresi 109. ayet: 

O gün Rahman'ın izin verip, sözünden razı oldukları dışında hiç kimsenin şefaatinin bir faydası yoktur. 

 

Enbiya Suresi 28. ayet:

Allah, onların geleceğini de, geçmişini de bilir. Onlar ancak Allah'ın râzı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Hepsi de O'na duydukları derin korku ve saygı sebebiyle tir tir titrerler.

 

Sebe Suresi 23. ayet:

(Allah O’dur ki) O’nun katında (Kendi) izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin bir başkasına) şefaati yarar sağlamayacaktır. (Mahşer günü) Nihayet kalplerinden korku (ve panik havası) giderilince (günahkâr kimseler, şefaat ehline:) "Rabbiniz ne buyurdu?" diye (soracaklardır. Onlar ise), "Hakk olanı söyledi (başka ne bekliyordunuz ki)" diye (yanıtlayacaklardır.) “O, çok Yücedir, çok Büyüktür”, diyeceklerdir.

 

Mümin Suresi 18. ayet:

Rasûlüm! Onları yaklaşan o kıyâmet günüyle korkut! O vakit insanlar kederlerini dehşet içinde yutkunurlarken yürekleri gırtlaklara dayanır. Artık zâlimler için ne sıcak bir dost bulunur, ne de sözü dinlenir bir şefaatçi.

 

Zuhruf suresi 86. ayet:

Ve ondan başkalarına tapanlar, şefaate nail olmazlar, ancak gerçeğe tanık olanlar müstesna. İşte onlar, gerçeği bilirler. Bilerek (şuurlu hareketle) Hakka şahitlik (ve hayra rehberlik) edenler hariç; O'nun (Allah'ın) dışında yalvardıkları, kendilerine şefaatte bulunmaya malik olamayacaklardır.

 

Secde suresi 4. ayet:

Allah gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri 6 günde yarattı. Sonra da arşına istiva etti. Sizin Onun dışında bir veliniz, bir şefaatiniz yoktur. Öğüt almaz mısınız?

 

Müddessir suresi 48. ayet:

Artık hiç kimse o zâlimlerin kurtuluşu için Allah katında aracılık yapamayacak, hiçbir şefaatçinin şefaati onlara fayda vermeyecektir!

 

Zümer Suresi 43 ve 44. ayetler:

Yoksa onlar kendilerini Allah'tan başka şefaatçi mi edindiler? Peki o şefaatçiler hiçbir şeye güç getiremez ve hiçbir şey kavrayamaz olsalar da mı böyle yapacaklar? De ki: şefaatin tümü Allah'ındır! Göklerin ve yerin hükümranlığı onun elindedir. Sonunda kaçınılmaz olarak ona dönüp varacaksınız.

 

Görüldüğü üzere, bu ayetlerde Allah azze ve celle şefaatin tümünü kendine ait olduğunu, göklerin ve yerin hükümranlığının Yalnız onun elinde olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla bir müslüman, Allah'tan başkasından asla ama asla şefaat isteyemez.

 

"Allah izin verirse" gibi şartlar öne sürerek de olsa Allah'a eş veya ortak koşamaz. Bunun yerine "Ya Rabbi! Beni Resulullah'ın şefaatine nail et, Meleklerin şefaatine nail et, şehidlerin şefaatine nail et" gibi dualar edebilir.

 

Şefaat meselesindeki hadisler:

 

Fatma Binti Hüseyin şöyle rivayet ediyor: Bir Adam dedi ki; "Ya Resulullah Allah'a dua et de Ben senin şefaatinin ehli olayım."

 

Görüldüğü üzere, sahabe, Resullulah'a şefaat için Allah'a dua etmesini istirham ediyor.

 

Teberani'nin aktardığı bir hadiste, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: "Dün gece bana iki Melek geldi ve beni iki şey arasında muayyer bıraktılar: ya şefaatin ya da ümmetimin yarısının affedilmesi.

Ben şefaati seçtim."

Bunu söyledikten sonra sahabiler şöyle söyledi: "Ya Resulallah Allah'a dua et de Allah bizi şefaatini ehlinden eylesin."

 

Evet bu hadis Peygamberimize şefaat hakkının haber verildiği ilk hadistir. Resulullah'ın şefaat edeceği %100 kesin olduğu halde Sahabeler şefaati Resulullah'tan değil direk Allah'tan istediler. Çünkü sahabeler biliyordu ki, şefaat Allah'ın razı olduğu kullarına vereceği bir lütuftur. Allah'ın bu lutfu bahşettiği kullarda sadece ve sadece Allah'ın razı olduğu ve kalplerine ilham ettiği kullarına şefaat edebileceklerdir. 

 

 Müslim ve Buhari'nin rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle aktarılıyor:

"Resulullah, Cennete gideceklerin özelliklerini anlatıyor. Bu özellikleri anlatırken 70.000 kişinin hesapsız bir şekilde cennete gireceğini ve bunların da sihir yapmayan ve yaptırmayan Allah'a tevekkül eden kimseler olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Ukkaşe (ra) bu şefaat edilen topluluktan olması için Resulullah'tan dua etmesini istiyor. Resulullah'ta "Sen onlardansın" buyuruyor. Bunun üzerine başkası da diyor ki; "Ya Resulallah Allah'a dua et de Ben de onlardan olayım."

Bunun üzerine Rasulullah diyor ki; "Ukkaşe seni geçti."

 

Bu konuda ayetler ve hadisler oldukça açıktır. Şefaatin tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasından şefaat istemek şirktir. Bu yüzden sadece ve sadece şefaati Allah'tan isteyelim. Sahabeler bile Resulullah'ın şefaatini Allah'tan istemesini talep etmişken, bugünkü sahte tevhidçilerin mücahidden veya alimlerden şefaat istemesi ne büyük bir şirktir!

 

Bu konuda şöyle bir metafor yaparak zihninizi sağlamlaştırabilirsiniz:

 

Şefaat bir istektir yani taleptir. Talep ise Arapça'da dua demektir, dua ise bir ibadettir. İbadet de sadece Allah'a yapılır. İbadeti Allah'tan başkasına yapan da müşriktir. Dolayısıyla Allah'tan başkasından şefaat isteyen de Allah'tan başkasına dua edip ibadet yapan bir müşrik olmuştur.

 

"Eğer Allah sana izin verirse ve benden de razı olursa bana şefaat et" diyen sahte tevhidçilerin bidatlerine karşı dikkat olunmalıdır. Zira, dine sokulan her yenilik bir bidattir.

 

Bidat ikiye ayrılır:

 

Sahibini dinden çıkarmayan ama günahkar yapan bidatler: Örnek olarak, Ölünün arkasından Fatiha okumak, namaz sonrası toplu Tesbihat yapmak veya bağırarak haykırarak zikir çekmek gibi. 

 

Sahibini direkt olarak dinden çıkaran bidatler: Allah'tan başkasından istiğanede ve istihazede bulunmak, Rabıta yapmak, başkasını aracı kılarak dua etmek ve başkasından falanlı filanlı şartlar sunarak Şefaat istemek gibi.

 

Bir kişinin; "Allah sana izin verirse, benden de razı olursa" gibi saçma sapır te'viller getirerek ölüden veya deriden şefaat istemesi, aynı direkt olarak o şahıstan şefaat istemesi gibidir. Bu her iki durumda da şirktir çünkü sadece Allah'ın gücünün yeteceği bir fiili Allah'tan başkasından talep etmek şirktir.

 

Dediğimiz gibi, Şefaat konusunda doğru dua ediliş şekli şöyledir;

"Allah'ım beni Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şefaatlerine nail eyle, Allah'ım beni sıddıkları şefaatlerine nail eyle, Allah'ım beni alimlerin, şehitlerin, çocukken ölenlerin şefaatlerine nail eyle" şeklindedir.

 

Mescid-i Dırar, İmamlar ve Cuma Namazı Meseleleri:

 

Mescidi Dırar: Sözlükte "zararlı Mescit" demektir.

Yani yapılış amacı İslam'a "zarar vermek" olan mescitlerdir.

 

Medineli münafıklar tarafından Kuba mescidinin tam karşısına yapılmış olan ve yapılış amacının İslam'a karşı savaşmak için asker ve silah toplama gayesi olan mescidin meşrulaştırılması için münafıkların Paygamberimize gelip bu mescitte namaz kılmasını istemeleri üzerine Tevbe Suresi 107, 108, 109 ve 110. ayetleri inmiş ve Mescidi Dırar'ın ne olduğunu bize anlatılmıştır.

 

Tevbe Suresi 107,108, 109,110. ayetler:

 

﴾107﴿Bir de şunlar var ki, zararlı eylemler gerçekleştirmek, inkârcılıklarını pekiştirmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulüne savaş açmış kişi lehine fırsat kollamak üzere bir mescid yapmışlardır. “Amacımız sadece iyi bir şey yapmaktı” diye de yemin edecekler. Allah şahit, onlar kesinlikle yalancıdırlar.

﴾108﴿ Orada asla namaza durma! Daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid ise namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da arınmaya çalışanları sever.

﴾109﴿ Binasını Allah’a saygı ve O’nun hoşnutluğunu kazanma temeli üzerine kuran mı daha iyidir yoksa binasını düşmek üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah hakkı çiğneyenleri doğru yola iletmez.

﴾110﴿ Onların kurduğu bina, yürekleri paramparça olmadığı (yaşadıkları) sürece içlerinde bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.

 

Evet, ayetlerde Allah azze ve cellenin buyurduğu gibi bir mescit kuruluş amacının İslam'a karşı ayaklanma ve İslam'la savaşma olması durumunda o Mescit mescid-i dırar yani zarar Mescidi olur. Mescidi dırar'ın da tek çözümü yıkılmasıdır. Çünkü Rasulullah, mescid-i Dırar'ı yıktırmıştır.

 

Günümüzdeki sahte tevhidçilerin iddia ettiğinin aksine, X bir caminin imamının kafir olması kesinlikle ve kesinlikle o caminin Mescidi dırar olduğu anlamına gelmez. Bu dinde mantıksal örüntü kurmaktır. Mantık kişiden kişiye değişir. Bana mantıklı gelen bir şey, başkasına mantıklı gelmeyebilir. Bu yüzden dini meselelerde mantık kurulamaz. Hüccet ve delile göre hareket edilir.

 

Ayrıca, sahte tevhidçilerin bu mantık çıkarımının batıl olduğuna en büyük örnek Kabe, Mescid-i Nebevi ve Mescidi aksa'dır çünkü şu anda bu kutsal mescidlerin imamları kafirdir.

 

Buralara hiç kimse Mescid-i dırar demiyor. O yüzden şu andaki ülkemiz camilerine de mescid-i dırar denemez çünkü bu camilerin yapılış amacı İslam'a hizmet ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Ülkemizde hiç kimse Cami yaptırırken İslam'a  karşı ayaklanmak için yaptırmıyor.

 

Şu anda ne kadar camilerimizi yaptıran insanlar müşrik olsalar da sonuç olarak tek gözetilen şey Allah'ın rızasıdır. Bu yüzden bu camilerin içerisinde Müslümanlar namaz kılabilir. Tabii ki de Cami imamlarının arkasında değil, tek başımıza kılmalıyız.

 

Bizler bu konuyu ele alırken, sadece "camilerden" bahsediyoruz. Şiilerin ve Alevilerin cemevlerinden, tarikatçıların mescitlerinden bahsetmiyoruz bunların zaten sünnete uygun bir mescitle alakaları yoktur.

 

İmamlar meselesine gelecek olursak:

 

İmamların akideleri bozuktur çünkü Allah azze ve Celle tağut'u reddedene Müslüman, reddetmeyene de kafir demiştir. İmamlar tağut'u reddetmedikleri gibi, tağut'a biat ederek onun laiklik ilkesi doğrultusunda hareket ediyorlar.

 

Kur'an-ı Kerim'den bahseden bu imamlar, tağuti sisteme uyan ve bu sisteme zarar vermeyen ayetleri söyleyebilirken; tağut, tekfir, şirk, küfür vs. gibi kavramları tam olarak anlamını dahi söyleyemiyorlar. Çünkü La ilahe illallah da "Red (La)" vardır.

 

Allah'tan başka kanun koyan, Allah'ın kanunları dışında kanunlarla yöneten, Allah'ın kanunlarına muhalefet edercesine karşı çıkan, teşri yapanların kafir olduğunu belirten bir "La ilahe illallah" kelimesi imamların amellerine asla uymuyor.

 

Ayriyeten, imamların bu sisteme imamlık yapabilmeleri için elfaz-ı küfür sözlerini söylemeleri gerekmektedir. Bu sözler 657. devlet memurları kanunudur. Bu maddede Allah dışında bir sürü şeye yemin ederek tağut'a biat etmek vardır. 657 numaralı devlet memurları kanunu söyleyen birisi küfür sözü söylemiştir.

 

657.memurluk yemini maddesi:

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma; insan haklarına ve Anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik, bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”

Şimdi size soruyorum; bunun neresi iyi niyetle hoşgörülebilir? Nitekim Resulullah (sav) şöyle buyurur: “Yemin edecek kişi Allah dışında hiçbir şey üzerine yemin etmesin.” (Nesâî, Eymân, 4)

“Allah dışında bir şey üzerine yemin eden kimse şirk koşmuştur.” (Müsned, II, 34)

“Allah, atalarınızın üstüne yemin etmenizi yasaklamıştır.” (Buhârî, Eymân, 4)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ; hayır, Kâbe hakkı için, diye yemin eden bir adamı işitmişti. Bunun üzerine o, adama şöyle dedi: Allah'tan başkasının adına yemin etme. Çünkü ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim: "Allah'tan başkası adına yemin eden kimse küfre veya şirke düşmüş olur." (Tirmizî, Nüzûr 8)

 

Bu sözler maalesef kişiyi dinden çıkarır. Bir de düşünün, bunu söyleyen sözde "din" imamlarımızmış!

 

Tüm bu gerçeklerden sonra bu sözde imamların arkasında namaz kılınamayacağına herkes anlamıştır.

 

İmamların bir diğer küfrü de ilmi ketmetmeleridir. Diyanet imamları; Hakimiyet ayetlerine, tağut ayetlerine, hırsıza verilen ceza ayetlerine, zina yapana verilen ceza ayetini vs. okuyamazlar. Çünkü Diyanet tarafından yasaklı ayetlerden oluşan bir ayet listesi vardır. Bu ayet listesi içerisinde birkçok mühim ayetler geçer ve bu ayetleri hiçbir İmam okuyamaz.

 

Bir imam, Kur'an-ı Kerim'in bir kısmını insanlara bildirip bir kısmını okumaz bildirmez veyahut bir nedenden dolayı insanlardan gizlerse, bizzat İslam'ı insanlardan gizlemiş olur Bu da küfürdür. Delili ise Bakara Suresi 159. ve 160. ayetlerdir. Akidesi sahih olmayan birinin arkasında nasıl da namaz kılınır?

 

Cuma Namazı meselesi:

 

Cuma namazı, sanılanın Cuma suresinde farz olunmamıştır. Cuma namazı Medine'ye hicretten daha önce farzdı. Cuma Suresi'nin 9, 10 ve 11. ayetleri ile cuma vaktinde "alışveriş" yasaklandı, namaz bu ayetlerle farz olmadı.

 

Cuma Suresi 9, 10 ve 11 ayet:

9.)Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.

10.) Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.

11.) Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

 

Cuma suresinin tefsirlerine bakıldığı zaman, hangi tefsire bakarsanız bakın, Cuma suresinin peygamberimiz, Cuma hutbesindeyken nazil olduğu belirtilmektedir.

 

İbni Hişam ve Taberi, kendi tefsir eserlerinde Cuma namazı hakkında şöyle söylemişlerdir:

"Resulullah (sav) Cuma namazı farz olmasına rağmen Mekke'de Cuma namazı kılmadı ancak ilk Cuma namazını kıldırması için Medine'ye muallim olarak gönderdiği Musab Bin umeyr'e mektup yazarak bildirdi. O da 10 kişilik bir cemaatle ilk cuma namazını kıldırdı."

 

Cuma namazı 619 yılında Mekke'deyken farz olmuştu ancak Peygamberimiz 3 yıl boyunca Cuma namazı kılamamıştı. Hicret sırasında Ranuna vadisinde ilk cuma namazını kılmıştı. Burada sormamız gereken şey; Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem neden 3 yıl boyunca cuma namazı kılmamıştı? Çünkü Cuma namazı bir şeriat namazıdır ve Müslümanların kuvvetli olmadığı bir yerde farz değildir.

 

Yani kısacası cuma bir güç göstergesi namazıdır. Müslümanlar güçlü olduğu bölgelerde Cuma namazı kılar, Müslümanların güçlü olmadığı, şeriatın olmadığı yerlerde kılınmadığı gibi, bazı mezheplere göre de "Halife olması" şartı da vardır. Dünya'da bir halifenin olmadığı yerlerde Cuma namazı farz değildir.

 

Cuma namazı kılan kimselerin had cezalarını da tatbik etmesi lazımdır ancak kimse bunu yapmıyor ve buna rağmen ısrarla Cuma kılıyorlar üstelik kılmayanları da "sapıklıkla" itham ediyorlar.

 

Ayrıca şu da bilinmelidir ki, Cuma gününün tamamı mübarektir. Yani cuma namazı kılmıyoruz diye Cuma gününü diğer günlerle eşitmiş gibi kıyaslayamayız. Cuma günü güzel giyinip, güzel koku sürünüp, daha çok Allah'ı anıp, daha çok ibadet edip Allah'a yaklaşmak için fırsat kollamamız gerekmektedir.

 

OKUL MESELESİ:

 

Öncelikle okul meselesinde şunu bilmeliyiz; en önemli ve en temel eğitim ailede başlar.

 

Çocuklar ailelerini yani ebeveynlerine taklit ederler. Bu yüzden siz nasılsınız çocuğunuzda aynı şekilde büyüyecektir. Kendiniz kötülük yaparken, çocuğunuza iyiliği emretmeniz hiçbir şekilde çocuk nazarında önem arz etmeyecektir. Çünkü çocuk sizden ne görürse onu alacak onu taklit edecektir.

 

Bu yüzden ilk önce aileler kendilerini eğitmeliler ve şunu unutmamalılar ki dinimizde ebeveynler çocuklarından mesuldürler. Örneğin, çocuk bir küfür ve şirk sözü veya ameli işlediğinde çocuk tekfir edilmez, çocuk kafir olmaz ama ebeveyni tekfir edilir ve kafir olur. Çünkü çocuğun amel ehliyeti yoktur. Neyi gördüyse onu taklit eder. Bu yüzden ilk eğitimi evde evlatlarımıza güzel bir biçimde vermemiz gerekmektedir.

 

Yoksa okula göndermeyince iş bitmiyor. İzledikleri tv'ler, ellerindeki telefon ve tablet videolarında, sokakta vsvs her yerde küfür ve şirkler var. Sahte tevhidçilerin genellik bu detayı atladıkları için sadece kendilerini kandırıyor ama farkında değiller.

 

Tağuttan eğitim meselesine gelirsek; "tağuttan eğitim almak veya tağutun okuluna çocuğunu göndermek küfürdür" demek çok tehlikelidir ve bu sözün sahibini İslam dininden çıkaran bir sözdür. Çünkü, Kur'an ve Sünnet dinin aslına taalluk eden bütün konuları ele almıştır. Kur'an ve Sünnet'te bir şey küfürse küfürdür, küfür değilse de değildir.

 

Her konuda olduğu gibi tağuttan eğitim meselesinde Kuran ve Sünnet penceresinden bakmamız gerekmektedir. Yani sahte tevhidçilerin kafalarına göre, "şu küfürdür bu değildir" diye te'vil yapmaları hiç kimseyi bağlamaz zira onlar Şari değiller ve teşri yapmaları da küfürdür.

 

Allah azze ve celle Kur'an-ı Kerim'de tağuta askerlik, tağuta muhakeme vesaire konulardan açık açık bahsetmiş ve bu faaliyetleri yapanların, İkrah hali dışında, küfre gireceğini bildirmiştir. Ancak tağuttan "eğitim" almanın küfür olduğunu ne Kur'an'da ne de Sünnet'te belirtmiştir.

 

Nitekim peygamber efendimizi bile bizzat müşrik akrabaları büyütmüş ve peygamber efendimizin evlatlarını da müşrik akrabaları büyütmüştür.

 

Ayrıca, okulun içinde putun olması okulun mücerret küfür sınıfına girmesi anlamına gelmez. Çünkü dinlediğimiz bir müziğin içinde veya müşrik arkadaşlarımızla muhabbet ederken, Televizyon veya telefonla ilgilenirken dahi bir sürü küfür ve şirk sözü içeren veya fiillerini barındıran şeyler görmekteyiz. Ya da cadde meydanlarında veya işlerimizi hallettiğimiz devlet dairelerinin hepsinde de put var. O zaman bu tip yerde bulunmak da küfür olmalıydı!

 

Okul da aynı şekildedir. Bazı durumlarında küfür olduğu gibi insanın yararına işler de vardır. Örneğin telefon kullanırken istediğiniz şekilde İstediğiniz yere ulaşım sağlayabilirsiniz.

 

Bu sizin elinizdedir, isterseniz küfre şirke vesaire gidebilirsiniz, isterseniz de bu telefon nimetini kullanarak ilminizi güzelce öğrenip öğrendiğinizle de amel ederek İslam dairesine girebilir veya Allah'ı hoşnut etmek için telefondan gerekli araştırmaları yaparak her ilmi öğrenebilirsiniz.

 

Okula küfür diyenlerin, bu mantıklarına göre, telefona veya televizyona, heykel bulunan yollarda yürümeye dahi küfür demesi gerekmektedir.

 

Okul Müslümanların hedeflerine ulaşıp İslamiyete faydalı insanlar olabilmeleri için bir araçtır. İmkanı olan her müslümanın okula gidip okulda olan iyi şeyleri öğrenip küfür ve şirklerden teberri ederek İslam'a yararlı nitelikli bir Müslüman olması gerekmektedir.

 

Müslümanlar çocuklarına okulda karşılaşabilecekleri küfür ve şirk emarelerin anlatıp onlara karşı buğz etmelerini söyleyerek okulun içerisindeki küfür ve şirki de ortadan kaldırmaları gerekmektedir.

 

Örneğin Pazartesi günü marş okunduktan sonra Çocukları okula götürüp Cuma günü de marş okunmadan önce çocukları okuldan alıp, çocukların genel ders programlarını kontrol edip, içerisinde oluşabilecek herhangi bir Şirk ve küfür fiiline karşı çocukları uyarıp, konu hakkında bilgilendirip, çocuklar eve geldiğinde o gün okulda öğrendiklerini onlardan güzelce dinleyip, öğrendiği bilgilerin içerisindeki kirli ve/veya kötü bilgileri zihinlerinden silip, onların kötülüğünü onlara anlatıp, arındırmaya çalışılmalıdır.

 

Tabii gönül isterki, eğitimin temel merkezine İslam'ı yerleştiren okullar olsa da müslümanlar çocuklarını o okullara gönderseler! Bu kesinlikle çok daha uygun olanıdır.

 

Ancak ülkemizin birçok yerinde böyle bir kuruluş olmadığı için çocuklarımızın ilk eğitim yuvası olan aile eğitimini güzelce vererek ve onları sürekli kontrol altında tutup, tevhidi onların aklının yatacağı şekilde öğreterek okuldaki küfür illetinden kurtulup, geleceklerini başarıyla inşa edecekleri bir eğitim merkezi haline getirmeliyiz.

 

Okul meselesi hakkında yapmamız gereken iş budur. Hakikaten bunun gayrısı macera aramak ve çocuklarımızın geleceğini, sebepler dairesinde, heba etmektir.

 

Halkların Hükmü ve İslam Alametleri: 

 

1) İSLAM ALAMETLERİ:

 

İslam'ın aslı sabittir ancak alametleri zamana göre değişebilir.

 

Peygamber efendimiz zamanında; ilk davet yıllarında "La ilahe illallah diyen cennete gider" derken, daha sonra "Her kim La ilahe illallah der ve Allah'tan başka ilahlara kafir derse canı malı haramdır hesabı Allaha kalmıştır" demiştir. İlerleyen yıllarda ise "Kim bizim namazımızı kılar ve bizim kıblemimize yönelir ve bizim kestiğimiz yerse işte o müslümandır" demiştir. Son olarak da, Peygamberimiz ölmeden hemen önce ortaya çıkan sahte peygamberleri "tekfir edenlere" Müslüman muamelesi yaptırmış ve sahabelere böyle insanları öldürmemelerini emretmiştir.

 

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz zamanında bile İslam alameti tam 4 kere değişmiştir. Peygamberimizden sonra ilk halife olan Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh zamanında zekatı vermeyen ve zekatı reddedenlerle savaşılmış ve İslam alameti "zekatı kabul etmek" olarak belirlenmiştir.

 

Yani İslam alametleri İslam tarihi boyunca sürekli değişmiştir ve dönemin ana inkarına göre islam alametleri şekillenmiştir. Mesela, İmam Ahmed'in yaşadığı Mihne fitne yıllarında "Kur'an mahluk değildir" demenin İslam alameti olması gibi.

 

Yaşadığımız bu döneme gelecek olursak, şunu aklımızdan çıkarmamalıyız ki bizler Asr-ı Saadet'te değil "ahirzamanda" yaşıyoruz. Yani bugün, bir insanın namaz kılması, oruç tutması veya La ilahe illallah demesi İslam alameti değildir.

 

Çünkü bugün insanlar La ilahe illallah diyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor ve zekat veriyor ancak hakimiyeti Allah'tan başkasına veriyor veya Allah'tan başkasından yardım istiyor vesaire bu tip güncel şirk örnekleri çoğaltılabilir.

 

Bu yüzden dönemimizin İslam alameti "La ilahe illallahı" söylemek değil Amel etmektir! Yani tevhidi bilip tağutu reddederek ederek Allah'ı birlemektir. 

 

Delilimiz ise Bakara suresi'nin 256. ve 257. Ayetlerdir:

"Dinde zorlama (din seçmene zorlama yoktur) Çünkü hak ve batıl birbirinden ayrılmıştır. Her kim tağutun reddeder ve Allah'a iman ederse o İslam ipine sarılır (Müslüman olur) Bu ip asla kopmaz. Allah her şeyi işitir ve bilir. Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Kafirler ise tağutun dostudur. Tağut onları Nurdan zulümata sokar. Onlar cehennemliktir. Orada ebediyen kalacaklardır."

 

2) HALKLARIN HÜKMÜ:

 

Müslüman halk: İslam şeriatı ile yönetilen Darül İslam'da yaşayan halktır. Darul İslam'da La ilahe illallah diyen herkes müslümandır. Ta ki küfürleri ortaya çıkana kadar.

 

Asli Kafir halk: Ataları İslam dışında başka bir dinden olan halklara denir. Hindistan, Çin, ABD gibi.

 

Mürted halk ise kendi içerisinde ikiye ayrılır:

 

1) Hükmü mürted: Hiç Müslüman olmayan ama atalarından ötürü kendilerine Müslüman demelerine rağmen, küfür ameli üzerine olanlara denir. Örneğin; Rafiziler, Nusayriler, Aleviler, bizim içinde yaşadığımız toplum vb. 

 

2) Hakiki mürted: Gerçek manası ile Müslüman olup sonra dinden dönene denir.

 

OY KULLANMA MESELESİ:

 

Bizler devletimizi severiz çünkü sistem ayrıdır devlet ayrıdır. Sistem, mezarında yatan bir adamın CHP'sinin 6 okuyla 100 yıldır ülkeyi yönettiği rejimin adıdır. Devlet ise bu topraklara bin yıldır İslam'la mührünü basmış atalarımızın mirasıdır. Nitekim 1923'te yeni devlet kurulmamış, bilakis sistem Hilafet'ten laikliğe çevrilmiştir:

 

"Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder. Anayasa Madde 2 - (29.10.1923)

 

Görüldüğü üzere Devlet kurulmuyor ama varolan devletin sistem şekli değişiyor. Kudret ve Teşri Allah'tan alınıp demokratik laik meclise veriliyor. Dolasıyla bizler devleti destekliyoruz ancak sistemi tağut görüyoruz.

 

Şayet devlet bütünüyle tağut olsaydı, kimlik kullanmak bile küfür olurdu ki günümüzde kimlik kullanmaya küfür diyen ciddi bir sapkın kitle vardır.

 

Gelelim oy meselesine.. İslam ile hükmedilmeyen ülkelerinde oy kullanmak, ikrah halleri dışında, küfürdür. Ancak şu belirtilmelidir ki,  Maide Suresi 44 ayet'te geçen "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendisidir" ayeti yönetim ile ilgili değil muhakeme ile ilgilidir.

 

Küfür ülkesinde oy kullanmak vekalet(velayet) küfrüdür. 

 

Şahıs gidip oy kullandığı vakit şunu demiş olmaktadır: "5 yıl boyunca beni şu şahsın ve şu partinin yönetmesi için ona noter huzurunda yetki veriyorum."

 

Vekaletini vererek başa geçirdiği insan da bu vekaletleri alarak sistemin başına geçer ve sistemi yönetmeye başlar.

 

Sistemi yönetirken de faizi, iddiayı, lotoyu, totoyu, milli piyangoyu, zinayı, içkiyi, kumarı vs. bilimum haramları helal kılarak teşri yapmış olur ve teşri yapmak ta küfürdür. Bu yönetici, teşri yaptığı için kafir olur bu yöneticiye vekalet vererek yetkilendiren herkeste onunla birlikte küfre girer.

 

Tağuti sisteme oy kullanmaktaki bir diğer küfür ise Allah'ın hakimiyet sıfatlarını (El-Hakim, El-Hakem, Al-Adl gibi isimlerini) bir şahsa, kuruma, partiye veya kuruluşa vermek demektir.

 

Nasıl ki bir insan şifayı Allah'tan değil de türbeden bilirse, Allah'ın Eş-Şafii ismini bir türbeye verdiği için şirke girmiş oluyorsa veya nasıl ki El-Halık ismini bir başkasına vererek "bunları şu yarattı" dediğinde küfre girmiş oluyorsa, hakimiyeti de Allah'ın kanunundan başka bir ana kitaba verdiğinde şirke girmiş olur.

 

Tabi şu da unutulmamalıdır ki oy vermiyoruz ancak Ak Parti'nin devlet için yaptığı hayırlı icraatleri destekliyor ve CHP zihniyetinin kazanmaması için dua ediyoruz.

 

Kısaca 10 maddade oy kullanmanın neden şirk olduğunu detaylandıralım:

 

Oy kullanmak demek;

1) Allah dışında kanun koyanlara yetki vekaleti vermektir. 

2) Allah'ın dışında kanun koyanlara sevgi beslemek demektir.

3)İslami olmayan bir sisteme Rıza göstermek ve destek vermek demektir.

4) tağutu reddetmemek ve beri olmamaktır. 

5) Kuran'a değil laik anayasa kitabına yemin edilmesine göz yummaktır. 

6) Kurban ve Ramazan bayramı dışında uydurulan resmi bayramları desteklemektir.

7) Putlara sevgi ve saygı sunulmasını meşru görmektir. 

8) Allah'ın Hakimiyet hakkını %51'e vermektir.

9) İslami sosyal nizamı iptal edip kapitalizmi getirmektir. 

10) Yedi bin yıllık Yunan töresi olan Demokrasi'yi, Allah'ın indirdiği ezeli ve ebedi İslam şeriatına tercih etmektir.

 

Kur'an, Allah'ın "hakimiyet" ayetleriyle doludur. Gelin birkaç örnek vererek delililendirelim:

 

Kehf Suresi 26.ayet:

De ki: “Ne kadar kaldıklarını en iyi bilen Allah’tır. Göklerin ve yerin gaybı (bilgisi) O’na aittir. O, ne güzel görür, ne güzel işitir. Onların, O’ndan başka bir dostu yoktur. Hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz (tek hükümran, yasamada bulunan, doğru ve yanlış belirleyen O’dur.)”

 

Araf Suresi 54.ayet:

Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, geceyle örter. Güneş, Ay ve yıldızları emrine amade kılıp, boyun eğdirendir. Dikkat edin! Yaratmak da emretmek de Allah’a aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne yücedir. 

 

Yusuf suresi 40.ayet:

Sizin O’nu bırakıp da ibadet ettikleriniz, ancak sizin ve babalarınızın koyduğu, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerdir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk/ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

 

NAMAZIN TERKİ MESELESİ:

 

Şu bilinmelidir ki iman: Resuulllah İbni Mace'nin hadis kitabının İman bölümünün 9. hadisinde şöyle buyurur: "İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalar ile ameldir."

 

Ameli olmayanın imanı da olmaz çünkü iman ispat ister. Diyelim ki, hastasınız ve ameliyat olmanız gerekiyor. Birisi size geldi dedi ki, "Ben doktorum seni ameliyat edebilirim." Siz bu gelen şahsın gerçekten doktor olup olmadığını bilmeden yani bu kişi rüştünü ispat etmeden canını ona teslim eder misiniz? 

 

İlk önce ispat istersiniz değil mi? İşte iman da böyledir. Bir insan ne kadar Kalbi ile tasdik etse diliyle "ben müslümanım" dese de ameli olmadığı müddetçe imanı yoktur. Çünkü imanını henüz ispat etmemiştir.

 

Şu da belirtilmelidir ki namazdan önce Tevhid gelir. Bir insan gerçek manada tevhidi gerçekleştirmeden isterse gece teheccüdünü, kuşluk vakti kuşluk namazını veya akşam namazından sonra da evvabin namazını aksatmadan kılsın, Davut orucu tutsun veya dili zikirden hiç ayrılmasın tevhidi gerçekleştiremediyse bütün bunların bir önemi kalmaz çünkü ilk önce kalbimizde, dilimizle, amelimizle tevhidi öğrenip hayatımızda uygulamamız gerekir.

 

Yani sen Allah'ı Kelime-i Tevhid'le birlememişsin ki Allah senin amellerini kabul etsin. Kul ilk önce La ilahe illallah'ı öğrenmek zorundadır. Dikkat edin "öğrenmek" diyorum, "söylemek" demiyorum çünkü öğrenmek amelle olur, bilgiyle olur, bu yüzden sözde kalan La İlahe İllallah'ın da hiçbir hükmü yoktur.

 

Lâ ilahe illallah öğrenilmesi ve hayata geçirilmesi gereken en önemli hakikattir.

 

Namazın terki hakkındaki ayetler: 

 

Rum Suresi 31.ayet:

O’na yönelenlerden olun. O’ndan korkup sakının. Namazı dosdoğru kılın ki müşriklerden olmayın.

 

Evet, nereden bakarsanız bakın Allah azze ve celle bu ayette namaz kılmamakla müşrikliği aynı kefede tutmuştur Ayet çok açık ve sonucu da çok nettir.

 

Tevbe Suresi 11.ayet:

Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı kılar, zekâtı da verirlerse dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle detaylı bir şekilde açıklarız. 

 

Evet, Allah azze ve celle kulunun müminlerle dinde "kardeş" olması için namazı kılmasını ve zekatı vermesini şart koşmuştur. Nitekim Hz.Ebubekir, bu ayeti delil alarak zekatı vermeyenlerle savaşmış ve onları Mürted ilan etmiştir. Bu ayet, "amel olmadan iman olmaz" görüşünde olanlar için de delildir.

 

Nitekim Selefi Salihin yani Ehli Sünnet vel Cemaatin görüşü budur.

 

Tevbe Suresi 5.ayet:

Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Şüphesiz Allah, günahları bağışlayan ve kullarına karşı merhametli olandır.

 

Yine görüldüğü üzere, Allah azze ve celle müşriklerin şirklerinden tövbe etmelerinden sonra namazı kılıp zekatı vermelerini "iman" etmiş olmaları için şart koşmuştur.

 

Şunu da belirtelim ki, bu tövbe tağut'un reddi ile gerçekleşecek olan tevhidin ta kendisidir.

 

Bu ayet ve diğer ayetler delildir ki, namaz ancak ve ancak tağutun reddiyle birlikte bir İslam alametine dönüşür. Günümüzün İslam alameti tek başına namaz değildir, tağut'un reddiyle kılınan namazdır. Tağutu reddetmeden namaz kılmak, bir insanı İslam dinine sokmadığı gibi namaz kılmadan tağut'u reddetmek de kişiyi İslam dinine sokmaz.

 

Meryem Suresi 59 ve 60. Ayetler:

Onlardan sonra bir topluluk geldi, namazı ihmal edip şehvetlere uydular. Onlar “ğayy” (özel bir azap çeşidi) ile karşılaşacaklardır. Tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler müstesna. Bunlar, cennete girecek ve hiçbir zulme uğramayacaklardır.

 

Muddesir Suresi 40 ve 43. Ayetler:

Onlar cennetlerdedir. Mücrimleri(n durumunu) birbirlerine sorarlar. Sizi Sakar cehennemine ne sürükledi?” (derler.) Onlar da derler ki: “Biz namaz kılanlardan değildik.”

 

Murselat Suresi 48 ve 49.ayetler:

Onlara: “Rükû edin.” denildiğinde rükû etmezler. O gün, yalanlayanların vay hâline!

 

Namazın terkiyle ilgili hadisler:

 

 Nakledeceğimiz bütün hadisler Resulullah'dan bize güvenilir raviler tarafından sahih bir şekilde nakledilmiştir:

 

"Kul ile küfür arasında namazı terk etmesi vardır." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai) 

 

"Kul ile şirk arasında namazı terk etmekten başka hiçbir şey yoktur. Kişi namazı terk etti mi artık şirk koşmuş olur." (İbni Mace) 

 

"Bizimle onlar arasındaki ahit namazdır. Her kim namazı terk ederse kafir olur." (Tirmizi, Nesai, İbni Mace)

 

"Sakın kasten bir farz namaz terk etme! Çünkü kasten farz namazı terk eden kimsenin üzerinden Allah'ın himayesi kalkmış olur." (İmam Ahmet) 

 

"Kim namazı terk ederse küfüre düşer." (Tirmizi, Nesai) 

 

 "Kim namazı terk ederse Allah'ın zimmetinden dışarı çıkar." (İbni Mace, Teberani) 

 

"Namazı terk etmek şirktir." (Abdurrezzak Musannef, Taberi, Acurri) 

 

"Her kim namazı terk ederse açıkça küfre düşmüştür." (Taberani, Heysemi) 

 

Kaza Namazı Meselesi 

 

Bu konuda, ilk önce şu bilinmelidir ki, kaza namazı kişinin yıllarca keyfiyyen hiçbir bahanesi olmaksızın kılmadığı namazları yaşlanınca bir hesap yapıp bunları her vakit namazından sonra kılarak tamamlaması değildir.

 

Kişinin bilerek, isteyerek ve hiçbir bahanesi olmadan namaz kılmaması kaza değildir kasten terk etmekedir yani imani bir intihardır. 

 

Bu yüzden kişi, zaten az önce ayetlerle ve hadislerle bahsettiğimiz gibi, kasten yani bilerek namazlarını terk ettiği vakit tağutu reddedip, tevhidi öğrense bile küfre ve şirke düşmüştür.

 

Kaza namazı uyku, aşırı yorgunluk, seferilik, ikrah, hastalık, komaya girmek, bayılmak vb. gibi kişinin elinde olmayan sebeplerle namazı kılamaması durumlarında caizdir.

 

Kazayla intiharın arasını ayırt edersek bu namaz meselesini çözmüş oluruz. Örneğin; Bir insan karşıdan karşıya geçerken bir araba ona çarpsa bu kazadır. Ancak insan, bir otobanda bilerek ve isteyerek arabanın önüne atlasa bu kaza değil intihardır.

 

İşte şu andaki insanların geçersiz ve saçma sebeplerden dolayı namazlarını kılmamaları kendi iradelerindendir ve kazası caiz olmayan namazlar bunlardır. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi insanın şahsi bir ihtiyarı olmaksızın namazını kaçırması, onun namazının kazaya kalması demektir.

 

Ne vakit o zaruri durumdan yani o halden kurtulursa hemen gidip kaza namazlarını kılması gerekir. Mesela, sabah kaçta uyanırsanız uyanın hemen koşa koşa kaçırdığınız sabah namazının farzını kılmasınız.

 

ÖZET BURADA SONA ERDİ.

 

Sözlerimizin Sonu Allah'a hamd etmektir.

 

 

⛔️ İşte 40 Maddede İslam Akidesi: https://justpaste.it/akidemiz

 

 

⛔️ Müslümanlar İçin Kitap Önerileri: https://justpaste.it/kitaplistemiz

 

 

⛔️ Müslümanlara Videolu Ders Önerileri: https://justpaste.it/rehbervideolar

 

 

*        *       *

 

©️ copyright by Sevgi ve Kardeşlik Platformu 🕋

 

 

NOT: TEMEL AKAİD KONULARININ YANI SIRA, GÜNCEL AKİDE VE FIKIH MESELELERİNE DAİR YAPTIĞIMIZ KİTAP ÇALIŞMAMIZ TİTİZLİKLE DEVAM ETMEKTEDİR. BİZLERİ TAKİPTE KALMAYA DEVAM EDİNİZ. DUA EDER, DUA BEKLERİZ.

 

*        *       *