Hareketimizin tohumlarının atıldığı Kasım Atılımı’nın yıl dönümündeyiz. Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, bu atılımı, 2014 Kasım ayında, adına Türkiye denilen bu ülkenin ve TC devletinin, başka ve yeni bir siyasal döneme girdiği/gireceği öngörüsüne dayanarak, yürütülecek olan devrimci mücadelenin buna uygun olarak örgütlenebilmesi hedefiyle gerçekleştirmişti. Atılımımız, her ne kadar güçlü değerler yaratmamıza ve siyasal-askeri bir bilgi-birikim kazanmamıza olanak sağladıysa da, sonuçları itibariyle maalesef istenilen hedefe ulaşamadı. Bu konuda yapılan özeleştiriler bakidir ve gereğince pratikleşecektir: Dün olduğu gibi bugün de kararlıyız ve tekrardan atılacağız!
Bugüne baktığımızda ise o zaman gelmekte olduğu öngörülen siyasal dönemin şu an yaşanmakta olduğunu biliyor ve artık bu dönemin de son demlerinin yaşandığını öngörebiliyoruz; bir yol ayrımındayız. Devrimci komünistlerin, o gün olduğu gibi bugün de hazırlıklarını yapıp, vakti geldiğinde tekrardan ileri atılması gerekiyor. Bundan kaynaklı, Kasım Atılımı’nı ve sonuçlarını iyice idrak edebilmeliyiz. Kasım Atılımı’nı idrak edebilmek için önce bu atılımın gerçekleştirildiği nesnel zemini kısaca da olsa anlayabilmek gerekiyor. Bu zemini anlayarak atılımın sonuçlarını idrak edebilmek, bugünün görevlerine yüzümüzü çevirmeyi sağlayacaktır kuşkusuz...
Evet, Kasım Atılımı 2014 senesinde, yani 11 sene önce gerçekleşti ama onun gerçekleştiği zemini anlayabilmek için en azından 12-13 sene önceye bir dönüp bakmak gerekiyor. Öyle ki, 2002’de hükümet olan, 2007’den sonra eski rejimin yerine yeni bir rejim inşasını emperyalistlerin ve sermayenin dolaylı-dolaysız desteğiyle başlatan ve devletin içerisine Gülen cemaati ile yaptığı ittifak üzerinden kök salan AKP, 2012-13 senelerine tekabül eden bir momentte başka bir faza geçmişti. Küresel buhran ve bölgesel rejim krizinin yarattığı ortam fırsat bilinerek, başta Libya ve Suriye olmak üzere, yeni-Osmanlıcı bir strateji doğrultusunda, Batı emperyalizmi ile kurulan çıkar ortaklığı üzerinden bölgede yayılmacı bir girişim başlatılmıştı. İçeride ise buna mukabil bir rejim inşası için halkın geniş kesimleri üzerinde baskı, sömürü ve zulmü katmerlendiren siyasal-ekonomik-toplumsal boyutlarda saldırılar yapılmaktaydı. TC devleti ve KÖH arasında, 2008’de başlayan “birinci müzakere süreci” işte bu zeminde gerçekleşiyordu. Devlet ve iktidar, bu hedefler doğrultusunda, hem dışarıda hem de içeride KÖH’ün verili gücünü istismar etmek niyetindeydi...
2013 senesinde patlak veren ve artçı etkileri 2015’e kadar süren Haziran isyanı, esas itibariyle, iktidarın bu yeni rejimi inşa girişimine karşı gelişen bir halk itirazının sonucunda patlak verdi. Dünyadaki benzerlerine göre her ne kadar şiddet düzeyi düşük bir isyan olsa da cumhuriyet tarihi boyunca görülmüş en kitlesel isyandı. Halk kitlelerinin bağrından kopup gelmişti. İktidarı korkutan şey de buydu zaten. Öyle ki, isyanda sokağa çıkan kitleleri, “%50 sokağa çıkar, iç savaş çıkarırız” diye tehdit etmek zorunda kalmışlardı.
Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, hem öncesinde, hem henüz sürmekteyken, hem de sonrasında, bu isyana var güçleriyle dahil oldular, öncülük etmeye çalıştılar ve ne yapabiliyorsa onu yapmaktan geri durmadılar. Ancak yapılan/yapılabilen şey kesinlikle yeterli değildi. Kitleler doğrudan devlete karşı yönlendirilemiyordu ve iktidarın tehditlerine karşılık verecek bir güç ortaya çıkamıyordu. Parti yoktu, ordu yoktu, “çakar almaz tüfekler” bile sınırlı sayıdaydı! O gün ve sonrasında gelişen süreçte, barikatlarda dövüşenlerin hissettiği ve gördüğü bundan başka bir şey değildi. Dövüşmek değil, devletin ve iktidarın karşısında düşülen acziyet hali yoruyordu!
İktidar, Haziran isyanının şokunu atlatmaya ve çeşitli şekillerde (siyasi-hukuki-toplumsal) bastırmaya-sönümlendirmeye çalışırken, o güne kadar beraber yol yürüdükleri Gülen cemaati ile belli bir süredir yaşadıkları çıkar çatışması da artık gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. “17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları” ve “2014 MİT Tırları operasyonu” gibi ülke gündemini sarsan, herhangi bir ülkede rahatça hükümet düşürecek olaylar bu süreçte gerçekleşti. Ancak hükümet düşmedi çünkü düşürülemedi! Nitekim, herkesin bildiği üzere bu çıkar çatışması, 15 Temmuz 2016’da askeri bir darbe girişimine ve meclisin havadan bombalandığı kanlı bir çatışmaya kadar uzandı; bu askeri darbe girişimi, 20 Temmuz 2016 faşist darbesinin gerekçesi olarak şu anki faşist iktidar tarafından istismar edildi.
Tüm bunlar yaşanırken, Batı emperyalizmi, kimi Körfez ülkeleri ve TC’nin müdahalesiyle, hızla sertleşen, derinleşen ve yoğunlaşan Suriye iç savaşı, IŞİD vahşetiyle de birleşince, Suriye (ve elbette Irak gibi başka bölge ülkeleri) bir kan deryasına dönmüştü. Yaşanan/yaşatılan şeyler, tabiri caizse bir insanlık dramıydı... Ayrıca, TC devletinin tüm kurumlarıyla doğrudan kışkırttığı ve o günlerde dolaylı olarak dahil olduğu bu iç savaş, tüm Türkiye’yi içine çeken bir girdap haline gelmişti. İç savaşın yarattığı sert atmosfer, Türkiye içerisine de sirayet ediyor; başta devlet içerisindeki kesimler ve iktidar olmak üzere, farklı siyasal güçler tarafından bir iç savaş dinamiği harekete geçiriliyordu. Ülkücü faşistler ve selefi-İslamcılar, savaşmak için MİT’in eskortluğunda Suriye’ye gitmekteydi; tıpkı Çeçenistan, Kosova ve Afganistan’da vb. olduğu gibi. Bunun yanı sıra, Suriye’ye dışarıdan gelen uluslararası cihatçıların önemli bir kesimi de MİT eskortluğunda hareket etmekteydi. Öyle ki, TC devleti, Suriye’deki pastadan büyük bir pay kapabilme niyetindeydi.
Suriye’de iç savaş sonucu oluşan boşluğu dolduran KÖH, halkçı-demokratik Rojava Devrimi’ni, işte bu ortamda yaptı. Rojava Devrimi, tüm bu kan deryasının tam ortasında adeta bir fener gibi parlamaktaydı. Selefi-İslamcı vahşete ve istilaya karşı bir direniş odağı haline gelmişti. Devrimden sonra, TC devleti ve iktidar, KÖH’ü kendi bölgesel çıkarları ve Suriye planı doğrultusunda teslim almaya çalıştı. Ancak KÖH buna razı gelmedi ve BAAS rejimine karşı doğrudan bir konum almaktan kaçındı. Açıkçası, “müzakere süreci” iktidarın istediği gibi ilerlemiyordu. Üstüne bir de “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası ile imgelenen karşıt konumlanma ve KÖH’ün süreci değerlendirerek Türkiye ölçeğinde toplumsallaşması, iktidarın hiç haz etmediği bir durumun oluşmasına mahal vermişti. İktidar, buna cevap olarak, küresel-bölgesel ölçekte bir vahşet dalgası yaratmış olan IŞİD’i, Rojava Devrimi’ne saldırması için MİT üzerinden yönlendirdi. 6-8 Ekim Serhıldanı, iktidarın bu operasyonuna, örtülü savaş ilanına ve riyakar tutumuna karşı, Kobané kuşatmasını Kuzey Kürdistan’dan kırmak için patlak verdi. “Müzakere süreci” halen sürüyor olmasına rağmen, MGK’nın o süreçte kararlaştırdığı “çöktürme planı”, tüm bu gelişmelerin üzerine yapıldı.
Tüm bunlar yaşanırken o gün görülen manzara çok sarihti: TC devletini ve mevcut iktidarı sarmalayan çok katmanlı siyasal bir kriz boy vermişti, kitleler şu ya da bu şekilde sokaktaydı ve devlet-iktidar bu gelişen durumu bastırmak için harekete geçmeye hazırlanıyordu. Ancak devrimciler, gerekeni gerektiği kadar yapamıyordu. Evet, koşullar ve mevcut güçler, henüz ezilenlerin siyasal iktidarı alabileceği kadar olgunlaşmış değildi. Ancak devrimciler, Haziran isyanını ve sonrasında gelişen süreci, gerçek anlamda toplumsal bir güç haline gelebilecekleri bir zemin olarak kullanabilirdi. Bu olanak o zaman da herkes tarafından görülüyordu zaten. Ancak bu, tüm devrimci niyetlere ve irili-ufaklı iradi girişimlere rağmen sağlanamamaktaydı. Solun ve devrimci hareketin üzerinde, yukarıda da değindiğimiz üzere, uzun senelerdir kanıksanmış olan çok yönlü bir acziyet hali hakimdi. Bu acziyet hali herkesin üstüne tüm ağırlığıyla çökmüşken, her ne kadar uzaktan da olsa, sürekli yaklaşmakta olan bir ses de duyuluyordu artık. O duyulan ses, faşizmin ayak sesleriydi...
Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, tüm bu anlattığımız süreci, henüz yaşanmaktayken, aşağı yukarı bu doğrultuda değerlendirdiler. O zaman belirlenen hedef netti: Eğer bu konjonktürden ezilenlerin lehine bir sonuç çıkacaksa ve Türkiye’de devrime doğru giden bir yol açılacaksa, gelmekte olana karşı bir direnç oluşturmak ve devrimci bir iç savaşı hazırlamak gerekmekteydi. Küresel buhran, bölgesel rejim krizi ve TC devletinin bu zeminde attığı adımlar devrimcileri göreve çağırıyordu. Ki bu o konjonktürle sınırlanabilecek bir siyasal yönelim de değildi. Konjonktür bu yönde bir bilinç oluşumuna itki vermişti. Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, Türkiye’de ‘71 devrimci kopuşu ile başlayan ve ‘90’larda sürdürülen “pratik-siyasal devrimciliği”, kendi içinde bulundukları koşullarda, bu birikim tarihsel eksikliklerini gidererek yeniden-üretmenin niyetindeydiler.
Bunu yapabilmek için ise önce solun ve devrimci hareketin kanıksanmış çok yönlü acziyetinden kopabilmek gerekiyordu: “Düşük düzey solculuk” ve “statükoculuk” reddedilmeliydi. Çünkü gelmekte olana karşı savaşabilecek bir devrimci önderlik ihtiyacı böyle karşılanabilirdi. Bu amaç doğrultusunda, ayrı yataklardan akan nehirler birleştirilmek üzere bir girişim başlatıldı. TDP, PDKÖ ve MLSPB arasında bir birlik platformu kuruldu: “Birlik, kopuş ve devrim ekseni”, bu girişim ile birlikte yapılandırıldı. Bu ekseni, bugün itibariyle; (1) Teorik yenilenme (2) İdeolojik yerelleşme (3) Pratik-siyasal devrimcileşme (4) Örgütsel harmanlanma, başlıkları üzerinden de tanımlayabiliriz.
Rota, bu hedefe ulaşabilmek için, nerede doğum sancısı varsa oraya göre ayarlandı ve atlar hiç sakınımsızca oraya doğru sürüldü. Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, fırtına kopmak üzereyken, düşmanın burçlarını fethedebilmek için sarp, dolambaçlı ve engebeli bir araziye hiç sakınımsızca attılar kendilerini. Henüz bilmiyorlardı belki nasıl yapacaklarını ama aşılacak olan engebelerden öğrenecekleri bir dünya olduğunun farkındaydılar. Kendileri feth edemeseler bile düşman burçlarını, onların ardı sıra yürüyenlere, varılması gereken o kutlu yeri işaret edeceklerdi. “Pratik-siyasal devrimcileşme” için öncelikle böyle bir konumlanmaya ihtiyaç vardı. Kobané Direnişi’nde, Rojava’nın dört bir cephesinde, Medya Savunma Alanları’nda ve metropollerde silahlı konumlanma işte bu doğrultuda gerçekleşti. Enternasyonalist ve anti-sömürgeci muhtevası bir yana, TC destekli IŞİD vahşetine karşı bu maksatla savaşıldı! Evet, MLSPB kısa süre içerisinde birlik platformundan ayrıldı ancak TDP ve PDKÖ arasında “örgütsel harmanlanma” çalışmaları, o anda, savaşın içerisinde, bir ateş hattında hızlandı ve her ne kadar içeride buna karşı direnenler olsa da süreç içerisinde mücadelenin bir çok alanında ilerleme kaydedildi.
Nitekim, 7 Haziran 2015 seçiminde, iktidar tek başına hükümet olabilme yeterliliğini kaybedince, beklenmekte olan o dönem başlamıştı. Artık faşizmin ayak sesleri öyle uzaktan değil çok ama çok yakından duyuluyor ve bu adımların yarattığı sarsıntılar bedeller ödenerek hissediliyordu. Kanlı bir dönemeçti! Bu kanlı dönemeçte, iktidar, hükmetmeye devam edebilmek için 4 Haziran-1 Kasım 2015 arasında tertiplediği kontrgerilla saldırılarında yüzlerce savunmasız insanı katletti. Hemen ardından, 24 Temmuz 2015 tarihinde, daha önce MGK’da kararlaştırılan “çöktürme planının” devreye sokulması üzerine, KÖH 2015-16’da Kuzey Kürdistan kentlerinde “öz-yönetim direnişini” başlattı ve bu direnişi oldukça sarsıcı eylemler aracılığıyla Türkiye tarafına da taşıdı. Ki bu direniş, Filistin Direnişi’nin siyonist İsrail’e karşı gerçekleştirdiği Aksa Tufanı Operasyonu’ndan daha az sarsıcı değildi! Türkiye tarafında ise her ne kadar yetersiz olsa da devrimci örgütler saldırıya geçen faşizme karşı bir direniş çizgisi çekmeye çalıştılar. 2015-17 arasında düşük düzeyli de olsa silahlı bir anti-faşist direniş gerçekleştirildi. Bu direniş, bazı devrimci örgütler tarafından artçı etkiler şeklinde bir süre daha devam da ettirildi...
Önce 20 Temmuz 2016 faşist darbesine; sonra da ilan edilen OHAL’e, bu kapsamda tüm muhalefete yönelik başlatılan yaygın tutuklama-tasfiye operasyonlarına ve sınır ötesi işgallere kadar uzandı bu kanlı dönemeç. Şu an hüküm sürmekte olan “CB hükümet sisteminin” yasallaştırıldığı 2017 hileli referandumu, iktidar tarafından bu kanlı dönemecin sonunda tertiplendi. Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenlerin öngördüğü şey maalesef artık gelmişti...
Kasım Atılımı’yla birlikte yapılandırılan “birlik, kopuş ve devrim ekseni”, bu kanlı dönemecin tam ortasında, 4 Şubat 2016’da, partileşme adımıyla kurumsallaştı; ilerleyen süreçte Devrimci Karargah ve Devrimci Kıvılcım Hareketi de partiye katıldılar. Partinin ilanından önce yükselmekte olan faşizme karşı 2015 senesinde başlatılan silahlı eylemler, bu kurumsallaşma adımından sonra hızlandı; 2015-17 arasında irili-ufaklı yetmiş küsür tane eylem yapıldı. Bu aralıkta yürütülen silahlı anti-faşist direnişin bir parçası olundu. Faşizme ve sömürgeciliğe karşı savaş dört bir cephede yürütüldü. Örgüt, yanlışı ve doğrusuyla, eksiği ve fazlasıyla, bir ateş hattının tam ortasında, doğrudan TC devletine karşı mevzilenerek birçok oluşumun gösteremediği o savaşma iradesini, atılımın verdiği güç sayesinde göstermeyi başardı. Hiç sakınımsızca ve fedai şekilde yürüyen ve bugün Türkiye solunun önemli bir kesiminin de ortak değerleri haline gelen ölümsüzleri, asla silinemeyecek bir devrimci değer yarattılar. Kendileri düştüler ama binlerce fidan verecek bir tohum gibi düştüler toprağa. Kendilerinin ardı sıra yürüyecek olanlara yapılması gerekeni de canları pahasına işaret ettiler!
Ancak yukarıda da söylediğimiz üzere, yaratılan tüm devrimci değerlere rağmen, bu yapılanlar yetersizdi. Devrimci savaş alanlarında ve sömürgeciliğe karşı savaş içerisinde edinilen “pratik-siyasal devrimci birikimi” sınırın içerisine tam anlamıyla taşımak gerekiyordu. Partileşerek kurumsallaşan hareket, yeni ve daha sarsıcı bir atılımla, faşizme karşı savaşı içeride gerçek anlamda başlatabilmeliydi. Geçen iki senelik zaman aralığında buna yönelik belli başlı adımlar atılmış ve bazı konumlanmalar da gerçekleşmişti zaten. 2017 hileli referandumu sonrası girişilen, Dörtlerin (Cihan, İdil, Zahide ve Cömert yoldaşlar) şehadetiyle temsil olan Nisan Atılımı denemesi işte bu amaçla yapıldı. Maalesef başarılı olunamadı. Eğer atılım başarılı olsaydı, yüzlerce savunmasız insanın kanı üzerine, hileyle-komployla yeni bir rejim inşa etmeye girişen faşizme karşı, silahlı mücadele bayrağı yükseltilecekti. Hedef buydu. Bu hedef doğrultusunda, Antakya sınırını savaşa savaşa aşmaya ve yarmaya çalıştı Dörtler. Evet, başarısız oldular ama devrimciliğin ne olduğunu dosta da düşmana da gösterdiler!
Nisan Atılımı girişiminin başarısızlığa uğraması, sadece teknik-örgütsel bir eksikliğin sonucu değildi elbette. Öyle olsa, eksikler giderilir, Dörtlerin bayrağı devralınır ve yola bir şekilde devam edilirdi. Nitekim devam edilemiyordu. Dağılma başlamıştı. Çünkü ortada, 2016’da başlayan örgütsel kriz ile birlikte görünür olan çok katmanlı bir sorunlar yumağı vardı. Üstüne bir de, bu girişimin hemen ardı sıra önderlik düzeyinde kayıplar yaşanınca ve birikim sınırın içine taşınamayınca, bu sorunlar iyice derinleşti ve 2017’de geri dönüşsüz bir sürece girildi. Bu sorunların temeli, en baştan itibaren ortama hakim olan çeteci-lümpen uygulamalar ve ilişki biçimleri ile bu ilişki biçimlerinin içerisinde yuvalanan sol/sağ tasfiyeciliğin ve pasifizmin hareket içerisinde yarattığı kırılma ve asabiyet bozumuydu. Örgüt içerisinde hakim bir tarz haline gelen ve yüzlerce militanın koltuk-rütbe uğruna haksız tasfiyesi ile sonuçlanan komploculuk, bu ilişki biçimlerinin içerisinde peyda olmuştu. Sürecin en başından bu yana var olan ve atılıma karşı direnen pasifist, konformist ve oportünist eğilimler, bu ilişki biçimlerinin içerisinde yaşama şansı bulmuştu.
Evet, parti kurumsal bir yapı olarak inşa edilmişti ancak ideolojik-siyasal boyutlarda tam anlamıyla bir partileşme sağlanamamıştı. Kentli ve militan bir asabiyete sahip olunmasına rağmen, partinin genel yapısı komünist bir bilince ve değerler sistemine sahip değildi. Zaten sorunların temelinin, çeteci-lümpen ilişki biçimlerinin ve ona eklemlenen sapma çizgilerin ortaya çıkabilmesi ve ortama hakim gelebilmesi de bununla doğrudan ilintiliydi. Eğer birlik sürecinin başında, “örgütsel harmanlamaya” karşı içeride gelişen sapma eğilimlere yönelik kapsamlı bir ideolojik mücadele yürütülseydi, belki bu eksik bilinç ve değerler sistemi, tamı tamına olmasa da asgari ölçüde yaratılabilir ve yapı içerisinde hakim kılınabilirdi. Bu iç direnci, “süreç içerisinde yeneriz, kervan yolda dizilir” anlayışı büyük bir yanılgıydı ve iyi niyetli ama örtülü bir oportünizmdi. Örgütsel bölünmeye giden yolun taşlarını da bu iyi niyet döşedi. 2018 senesine gelindiğinde, derinleşmiş ve artık geri dönüşü zor bir aşamaya gelmiş olan örgütsel kriz, çeteci-lümpen ilişki biçimlerinin yansıması ve ürünü olan bir hadisenin sonucunda bölünmeyle sonuçlandı...
Ayrıca eklemek gerekiyor ki, Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, o günkü konjonktürün baskısı altında biraz aceleci ve yer yer gerçek dışı davranmışlardı. Atılım doğru bir hamle olmasına rağmen, önü ve arkası iyi hazırlanamadığı için gerektiği şekilde gerçekleşememişti. Bugün örgüt, rasyonel bir sağlamcılığın kıskacına girmeden böylesi aceleciliklere düşülmemesi ve bir hamle yapılmadan önce önü ve arkasının, gerekliliklerinin ve koşullarının hazırlanması gerektiğinin elbette bilincindedir...
İşte bu bölünme sonucunda, maalesef atılım akamete uğramış oldu. Üstelik onarılması zor hasarlar bırakarak yaşandı bu akamete uğrama hali. Ancak Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, 2014 senesinde, o gün o konjonktürde, ne yapılması gerekiyorsa onu yaptılar. Atılımın akamete uğramış olması bu gerçeği kesinlikle değiştirmiyor. Çünkü Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler, yanlış yaptıkları için değil, yapılması gerekeni, gerektiği şekilde ve gerektiği kadar yapamadıkları için başarısızlığa uğradılar. Bir çok oluşumun o günlerde yaptığı gibi, kafalarını kuma gömüp, sahip oldukları konfor alanlarında, tüm olanlara sessiz de kalabilirlerdi elbette. Öyle yapmadılar. Çünkü devrimcilik bunu gerektiriyordu. Çünkü çocukça oyun oynamak değildi devrimcilik. Öyle dijital yayınlarda beyan vermek de değildi. Olmadık zaferler ilan edip, bu zaferlere methiyeler düzmek hiç değildi. Yenilip, başarısızlığa uğrasalar da güçlü bir birikimi ve devrimci değerleri yaratabildiler Kasım Atılımı’nı gerçekleştirenler. Bunu kesinlikle unutmamak gerekiyor!
İlgilisinin bileceği üzere, hareket, bu örgütsel bölünmenin ardından, 2018 Eylül’ünde, başarısızlığa ve sebeplerine karşı bir itirazın ve özeleştirinin sonucu olarak, yaratılan birikimi ve devrimci değerleri ileriye sıçratabilmek için kendisini yeniden yapılandırdı. Bu yeniden yapılandırma, ”birlik, kopuş ve devrim ekseninde” ısrarın bir sonucu olarak gerçekleşti. Bu ısrarın en önünde yürüyen Ceren yoldaş, alın teri ve fedakarlığıyla yolun açılmasına öncülük edenlerdendi ve TC sömürgeciliğine karşı bu doğrultuda savaşırken ölümsüzleşti. Kutup yıldızımız oldu. Hareket, onarılması zor hasarlardan kaynaklı önemli bir süre iddiasını tam olarak gerçekleştiremese de, bugün itibariyle, ölümsüzlerinin verdiği güçle, arınmış, bağışıklık sistemini güçlendirmiş ve çizgisini daha da netleştirmiştir. Devrim yapmak istenciyle konumlanmıştır, bir birikim oluşmuştur ve bu doğrultuda bir siyasi feraset edinmiştir. Bu feraseti ve birikimi, toplumsal bir güce dönüştürmek de devrimci komünistlerin boyun borcudur.
Evet, bir siyasi feraset yaratılmasına ve belli düzeyde bir birikim oluşmasına rağmen, “teorik yenilenme” ve “ideolojik yerelleşme”, henüz bütünlüklü bir şekilde gerçekleştirilemedi. Bu bir özeleştiri konusu haline getirilmeli ve gereği yapılmalıdır. Ancak “pratik-siyasal devrimcileşme” ve “örgütsel harmanlanmanın” başarıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. TDP, PDKÖ, Devrimci Karargah ve Devrimci Kıvılcım Hareketi adlı gelenekler, geriye dönüşü olmamak üzere harekete içerilerek aşılmışlardır. Ve hareket bu dört geleneğin çok ötesinde, devrimci komünist bir kadro bileşimine sahip hale gelmiştir. Artık, başta Türkiye olmak üzere, tüm bölge ve dünya devrimciliğini kendisine miras edinmiş, teorik-ideolojik-siyasal doğrultusunu buna göre yapılandırmış ve kadro-militan yapısı bu yapılanmaya uygun olarak şekillenmiş askeri-siyasal temelde örgütlenen bir örgüt vardır!
Tüm bunlardan doğru diyebiliriz ki, hareketimiz, bütün eksikliklerine rağmen, bugün aklen, manen ve fiilen yeni bir atılım için dün olduğundan daha fazla hazırdır. Ancak bugünün ihtiyaçlarına uygun böylesi bir atılımın gerçekleştirilebilmesi için sahip olduğumuz eksikliklerden kaynaklı yapılması gerekenler var elbette. Bu yapılması gerekenleri ise bugünün koşullarından ve mevcut durumumuzdan doğru, Kasım Atılımı’nın sonuçlarından çıkardığımız derslerle birlikte ele almak gerekiyor...
Girişte söylediğimiz ve daha önce de yazdığımız üzere, adına Türkiye denilen bu ülke bir yol ayrımında.1 Bölgesel-küresel konjonktürün ve TC devletinin tarihsel-yapısal sınırlarının işaret ettiği gerçek bu. Devrimci komünistler olarak, eğer bu yol ayrımında ezilenlere ait bir sapağa doğru yönelmek istiyorsak, faşist saldırıya karşı gelişen mevcut itirazı, anti-faşist mücadeleye ve isyana doğru sıçratmak ve bu mücadelenin içerisinde faşizmi yıkarak devrime doğru uzanacak devrimci bir önderliği inşa etmek zorundayız.
Bu noktada, hem içinde bulunduğumuz koşullardan, hem de bizim mevcut durumumuzdan kaynaklı bugünkü görevlerimizin çok yönlü olduğunu da söylemeliyiz. Bugün, bir yandan “teorik yenilenme” ve “ideolojik yerelleşme” olarak belirttiğimiz hedefleri gerçekleştirmek üzere çalışmalarımızı yoğunlaştırırken, diğer yandan “pratik-siyasal devrimci konumlanmamızı” ve sağladığımız “örgütsel harmanlamayı” geliştirmekle yükümlüyüz. Komünist bir bilinci kuşanmak, mücadele içerisinde yarattığımız ve edindiğimiz devrimci değerleri ortamımıza hakim kılmak ve tam anlamıyla partileşmek böyle mümkün hale gelecektir. Kasım Atılımı’ndan ve sonuçlarından çıkarsayacağımız ilk doğrultu bu olmalıdır.
Ancak bu görevleri, bugünün güncel görevlerini aksatmadan ve bugünün ihtiyacı olan yoğun bir pratik faaliyetin içerisinde yerine getirmeliyiz. Öyle ki, faşist iktidarın nereye ve neye doğru yöneldiği çok bariz ve sarih. Bizler, bu topyekûn faşist saldırıya karşı bir direnişin örgütlenebilmesi için anti-faşist bir mücadele perspektifiyle harekete geçmek, diğer harekete geçenlerle ortaklaşabilmek ve bu hareketin içerisinde örgütümüzü güçlendirmek zorundayız. Tıpkı bundan 11 sene önce ne yaptıysak onun gibi ve aynı kararlılıkla; Kasım Atılımı’ndan ve sonuçlarından çıkarsayacağımız ikinci doğrultu da bu olmalıdır. Eğer devrimcilik iddiasındaysak yapılması gerekeni, gerektiği anda yine yapmalıyız!
İlk hedefimiz, bugünkü koşulların olası kıldığı, faşizme karşı şu ya da bu şekilde patlak verebilecek bir isyanın gelişimine anti-faşist bir mücadele ile müdahil olmak, buna hazırlanmak ve bu isyanı sonuna kadar götürecek bir nitelik kazanabilmek olmalıdır. Ki bu olası isyanı sonuna kadar götürebilmek, ancak militan ve kadro örgütlenmemizi genişleterek, satıhta yaygınlaşarak, hat boyunca derinleşerek ve düzen dışı konumlanmamızı geliştirerek mümkündür. Bu doğrultuda, günün çelişki ve dinamiklerini, devrimci ve köktenci bir şekilde kavrayarak ve buna uygun efektif iletiler üreterek, kitleler nezdinde kendimizi görünür kılmalı; faşizme karşı mücadele yürütülmesi gerektiğini ve nasıl yürütülebileceğini kitlelere gösterebilmeli; yaşam ve üretim alanlarında yapacağımız devrimci konumlanmalar üzerinden onlara temas edebilmeli ve her fırsatta kitleleri harekete geçirmeye çalışmak zorundayız. Kitlelerin faşizme karşı siyasal bir öznellik kazanabilmesi bu yoldan mümkündür. Ve aynı zamanda, kitlelerin öz-örgütlülüklerini örgütlemesi ve öz-savunmalarını sağlayabilecek mekanizmalar için de hazırlanmalıyız. Dik durmalı ve cüret edebilmeliyiz!
Ki bu şekilde yürütülecek bir anti-faşist mücadelenin sonucunda böylesi bir isyan gelişmese dahi, mücadelenin içerisinde kazanacağımız güç, faşizme karşı daha yüksek bir direniş düzeyine öncülük etmemizi, uygun konjonktürde operasyonel bir müdahalede bulunabilmemizi ve bu doğrultuda yeni devrimci atılımlar gerçekleştirebilmemizi mümkün hale de getirecektir kuşkusuz...
O halde şimdi, Kasım Atılımı’nın izinde, zafere kadar daima sürecek bir mücadele ve bu mücadeleyi yürütecek devrimci komünist bir önderliği örgütlemek için dik durmanın, cüret etmenin ve yeni devrimci atılımlara hazırlanmanın vaktidir!
Zafer, yaratıcı aklımız, hünerli ellerimiz ve devrimci bir hücre misali atan yüreklerimizde saklıdır!
1 (bkz.) https://komungucu.com/6455/
