JustPaste.it

İSLAM DEVLETİ VE HALİFELİK MESELESİNİN ŞER'Î BOYUTU

 

Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, salât ve selam efendimiz Rasûlullah’a, ehli beytine, ashabına ve yolunu takip eden mü’minlere olsun.

Lügatte devlet (دولة) deele (دال) nin mastarıdır ve bir halin dönmesi, intikal etmesi ve elden ele geçmesi manalarına gelir. Özellikle devlet lafzı harpte zaferin bir gruptan bir gruba intikal etmesi, muzaffer olması manasında kullanılmıştır. Galip gelene ve üstün olana da bundan ötürü devlet sahibi denilmiştir ve böylece devlet üstünlük ve galibiyettir denilmiştir.

Buradan intikal ederek ıstılahı manada devletin de en esasi belirtisi güç ve yönetmeye temkin sahibi olmak olmuştur. Devletin gücünü ve siyasetini (egemenliğini) imam ve ona tebaiyet ile valilikler temsil ettiği için İslam’ın ilk çağlarında siyasi nizam hilafet, emirlik, imamlık veya sultanlık gibi siyasi nizamı devlet sahibinin zatıyla teşhis eden isimlerle tabir edilirdi. Çünkü devletin hakikati devlet sahibinin siyasete temkinidir, yani güç ve şevkete sahip olmasıdır. Bu temkini ya Müslümanların ileri gelenlerin desteğini alarak elde etmiştir veya zorla elde etmiştir. Her haliyle şeriatın icrasına, topluluğun, bütünlüğünü ve maslahatlarını korumaya ve düşmanları def etmeye temkin sahibi olmalıdır. İlklerin ifadesiyle emirliğin veya sonrakilerin tabiriyle devletin tanımında aranan en esasi sıfatta budur… Temkin.

Buna şu ayetler delildir:


الَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ


“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde temkin verirsek (iktidar mevkiine getirirsek) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar.” (Hac, 41)

Bu ayeti kerimede yeryüzünde dinin aslına ve teferruatına ilişkin tüm hükümlerin infazı için güç ve otoritenin, yani temkinin şart olduğuna açık işaret vardır.


وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْوَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَنْكَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ


“Sizden iman edip salih ameller işleyenlere Allah şöyle vad buyurdu: Kasem olsun ki onlardan evvelkileri istihlaf ettiği (hâkim kıldığı) gibi kendilerini de yeryüzünde muhakkak istihlaf edecek (hâkim kılacak) ve elbette onlara kendileri için razı olduğu dinlerini için temkin (icra kudreti) verecek ve elbette onları korkularının arkasından güvene erdirecek. Hakkımda hiç bir şeyi şerik koşmayarak hep Bana ibadet edecekler. Kim de bundan sonra küfranda bulunursa artık onlar hep fasıklardır.” (Nur, 55)

Allah (subhanehu ve teâlâ) bu ayeti kerimede yeryüzünde istihlafı (egemen olmayı) tanımlarken İslam dinini icra edebilmek için temkin ile tanımlamıştır. Kendilerinde ve çevrelerinde tevhidi ikame ederek, şirki izale ederek ve İslam şiarlarını zahir kılarak güvene kavuşacaklarını vad buyurmuştur. Lakin bunun için arza galip ve egemen olmak (istihlaf) elzemdir.

Binaen aleyh devletin tanımında en esasi unsur güç ve egemenliktir.

Siyasi bir nizamın devlet olabilmesi için ulema üç rüknün varlığını aramıştır:

Bir: Raiyye.

Müslümanlardan ve zimmîlerden tekevvün eden halktır.

İki: Dar.

Raiyyenin daimi surette ikamet ettiği muayyen bir bölgedir.

Üç: Siyadet (egemenlik).

Nizamın masdarı olan Kur’an ve Sünnet, devletin zatında müşahhas olduğu imam ve naspettiği vilayetlerdir.

Sonra, devletin meşruiyeti Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla şu üç yoldan birisiyle hâsıl olur:

Birinci yol: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın imama beyat etmesi.
 

Bu maddede üç mesele var:

Birinci mesele: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd kimdir?

Bu grup insanlar ulema arasında hepsi aynı grubu tabir eden değişik lafızlar ile isimlendirilmişleridir. Bazıları İhtiyar Ehli, bazıları İçtihat Ehli, bazıları da Görüş ve Tedbir Ehli olarak tabir etmişlerdir, lakin ekser ulema bu kişilere Ehlu’l-Halli ve’l-Akd demişlerdir. Kullanılan isimler değişik olsa da hepsi hakikatlerinde aynı olan kişileri tarif etmişlerdir: Ehlu’l-Halli ve’l-Akd insanların genel hacet ve maslahatlarında müracaat ettikleri âlimler ve topluluğun önder kişileridir. Yani bir topluluğun genel hacet ve maslahatlarında görüşlerine başvurdukları, istişare ettikleri ve tevcihler sordukları kişilerdir. Dolayısıyla Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i belirleyen muayyen bir mevki değil, topluluğun fertlerin teveccühüdür. İşte bundan ötürü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesiyle imamın imamlığı gerçekleşir ve halkın fertlerine seçilen imama beyat etmeleri vacip olur. Çünkü Ehlu’l-Halli ve’l-Akd halkın dini ve dünyevi işlerini tevelli ettikleri hakiki önderleridirler. Bu kişilerin desteği ve itaatiyle imam halka egemen olur.

Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’en olacak kişilerde aranan şartlar şunlardır:

Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd için aranan muteber üç şartı şöyle sayar:

Bir: Adalet sahibi, yani dinen müstakim olması.

İki: İmamlığın muteber şartlarına icabet edeni ve imamlığa müstahak olanı görebilecek ilim sahibi olması.

Üç: İmamlığa en uygun olanı seçmesini sağlayacak görüş ve hikmet sahibi olması.

İkinci mesele: İmam olacak şahıs hangi şartlara haiz olmalı?

Ulema Müslümanların işlerine bakacak olan genel Emire ilişkin bazı şartlar tayin etmişlerdir. Bunların bazılarında ittifak etmişlerdir ve bazılarında da ihtilaf etmişlerdir.

Bir: Müslüman olması.

İki: Mükellef olması.

Üç: Erkek olması.

Dört: Hür olması.

Beş: Adalet sahibi olması. Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın bir fasık için akdedilmesinin caiz olmayışında ümmette ihtilaf yoktur.”

Altı: Müçtehit olması. Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle der: “İmamutu’l-Kubra ancak şeri ilimlerde içtihat ve fetva mertebesine nail olmuş olan için gerçekleşeceği hususunda ulema ittifakı nakletmiştir”.

Yedi: Kifayet sahibi olması. Yani raiyyenin dini ve dünyevi maslahatlarını tedbir edebilmesi için siyaset ve görüş sahibi olması, düşmana karşı cesaretli, had cezaların infazında tavizsiz ve mazlumun hakkını sormakta korkusuz olması ve imamlığını doğru icra etmekte mani olacak körlük, sağırlık veya dilsizlik gibi bedensel kusur sahibi olmaması.

Sekiz: Kureyşli olması. Bu şart nassla sabittir. Mesela İmam Ahmed (rahimehullah)’ın Enes (radıyallahu anhu) yoluyla tahriç ettiği mütevatir hadiste Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İmamlar Kureyştendir” buyuruyor. Ve Ehl-i Sünnetin icmasıyla sabittir. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “Hadisler hilafetin Kureyş’e mahsus olduğuna açık delildir. Kureyş haricinde akdedilmesi caiz değildir. Bu hususta sahabe, tabiin ve onlardan sonrakiler arasında icma vardır.” Bu mevzuda muhalefet sadece Haricilerden, Mutezilenin ekserinden ve bazı murcielerden gelmiştir.

Üçüncü mesele: Beyat Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’tan kaçıyla sahih olur?

Bu mevzuda bazı meseleler var:

Birincisi: İmamlık adayı olanın imamlığı sahih olması için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat etmesi kâfidir, topyekûn halkın değil. Bu beyata ulema “Beyatu’l-İnikat” demiştir. Bu beyatla imamlık adayı sahih ve meşru imam olmuştur. Ve bundan ötürü halkın her ferdine imama beyat etmesi vacip olur. Bu beyata da ulema “Beyatu’l-Amme” demiştir. Dolayısıyla halkın beyatı (Beyatu’l-Amme) Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyatına (Beyatu’l-İnikat) tabidir. 

İkincisi: Beyatu’l-İnikat için Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’ın kaçı gerekir mevzusunda ulema arasında ihtilaf vardır. Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in icmasını şart koşanlardan sadece aralarından birisinin beyat etmesini kâfi görene kadar tüm görüşler mevcuttur. Kadı Ebu Yala ve İmam ibni Teymiyye rahimehumallah’ın tercihlerine göre Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in cumhuru beyat etmesi gerekir. Lakin racih olan -Allah-u Alem- güç ve temkinin hasıl olacağı kadar sayıda birilerin beyat etmesi kafi olmasıdır. Bu vaziyete göre bir kişi de olabilir, azınlık ta olabilir veya cumhur da olabilir. Önemli olan beyat edenlerin sayısıyla temkin ve şevketin hâsıl olmasıdır. İmam ibni Teymiyye (rahimehullah) şöyle der: “Bazıları imamlığın tek kişinin beyat etmesiyle gerçekleşeceğini söylerler. Bu Sünnet imamların sözlerinden değildir. Bilakis onlara göre imamlık şevket ehlinin onaylamasıyla gerçekleşir. Şevket ehli imamlık adayı kişiyi imamlığı hususunda onaylamadan evvel imam olamaz. Zira onların itaate girmeleriyle imamlığın gayesi hâsıl olur. Çünkü muhakkak ki imamlığın gayesi ancak kudret ve hâkimiyet ile hâsıl olur. Bunun için kişiye kendisiyle kudret ve hâkimiyetin hâsıl olduğu bir beyat ile beyat edilirse imam olur.” Genelde şevket cumhurun itaati ve desteği ile hâsıl olur -bu doğrudur, lakin imamlığın geçerliliği için cumhurun beyatı şart olduğunu gösteren bir delil yoktur. Ayrıca şevketin azınlıkta, hatta tek kişide olduğu bazı beldelerin varlığı hem geçmişte hem de hazırda daima görülmüştür.

İkinci yol: Hazır imamın halefini ahdetmesi veya Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’a belirlediği adaylardan birisini tayin etmelerini ahdetmesi.

Bu yol ile imamlığın naspedilmesi Ehl-i Sünnet ulemasının ittifakıyla kabul edilmiştir. Ebu’l-Hasan el-Maverdi (rahimehullah) şöyle der: “İmamlığın öncekinin ahdetmesiyle geçerliliğine gelince, bunun cevazı yönünde icma var olmuştur ve ittifak ile sahihtir.” Hatta Ebu Muhammed ibnu Hazm (rahimehullah)’a göre bu yol imamı belirleme yolları içinde en iyi olandır. Nitekim bu ümmetin en hayırlıları da bu yolu tercih etmişlerdir. Ebu Bekir es-Sıddik (radıyallahu anhu) halefi olarak Ömer el-Faruk (radıyallahu anhu)’yu ahdetmiştir ve Ömer (radıyallahu anhu) belirlediği altı kişinin arasından birini seçmelerini ahdetmiştir. Hatta insanlığın en hayırlısı (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) bu yolu izlemiştir ve kendisinden sonra ümmetin başına halifesi İmam Ebu Bekir es-Sıddik (radıyallahu anhu)’yu tayin etmiştir.

Elbette halef olarak tayin edilen kişi imamlık şartlarına haiz olması şarttır. Ayrıca racih görüşe göre Hal ve Akd Ehlinin de onayı ve beyatına muhtaçtır.

Üçüncü yol: İmamın güç kullanarak galip gelmesi.

Ehl-i Sünnet uleması silah gücüyle üstün gelen ve şeriatı icra ederek siyasi istikrarı sağlayan imamın imamlığını sahih ve kendisine itaati vacip görmüştür. İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Her kim kılıçla hilafeti ele geçirir, halife olarak adlandırılır ve insanlar da altında toplanırsa o halifedir.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle der: “Kim kılıçla galip gelerek halife olursa ve Emiru’l-Muminin ismini alırsa Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş hiç kimseye onu imam kabul etmeyerek gecelemesi helal değildir. İster iyi ister kötü olsun.” Ve Hafız ibnu Hacer el-Askalani (rahimehullah) şöyle der: “Zorla üstün gelmiş olan sultana itaatin vacip oluşunda, onunla beraber cihad etmenin ve ona itaat etmenin ona karşı çıkmaktan daha hayırlı olduğu hususunda fukeha icma etmiştir. Nitekim böyle davranmakla kanın akması engellenmiş ve halkın huzuru korunmuş olur.”

Muhakkak bu yol imamlığın belirlenmesinde asıl olan yol değildir. Ancak ilk iki yol ile imamın tayini mümkün değilse ve bir lider silah zoruyla şeriatın infazı, halkın maslahatlarını koruyabilmek ve onlardan zararları def edebilmek için siyasi ve askeri kudreti ve temkini oluşturursa zaruretten kabul edilir. Zira imamlığın maksudu olan temkin hakkında hâsıl olmuştur. Bu özellikle fitne zamanları ve ümmetin imamdan yoksun olduğu zamanlar için geçerlidir. Misal imamın vefatı veya herhangi bir sebepten ötürü imamlıktan ayrılması akabinde imamlık iddiasında bulunan taraflar arasında fitne çıktığında fitneyi söndürebilecek, toplumun birliğini sağlayacak ve dini ikame edecek biri taraflara galip gelir ve imamlığını ilan ederse muhakkak sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Ebu Zekeriya en-Nevevi (rahimehullah) şöyle der: “İmam ölür ve imamlık şartlarını karşılayan birisi istihlaf edilmeden (yani imamın halefini ahdetmesi) ve beyat verilmeden (yani Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’in beyat vermesi) imamlığa kalkışır ve insanları gücü ve ordusuyla itaate zorlarsa Müslümanların bütünlüğü sağlanması için hilafeti geçerli olur.”

Veyahut zamanımızda olduğu gibi imamın aslen olmadığı ve Ehlu’l-Halli ve’l-Akd’i teşkil eden âlim ve emirler ihtilaflar içinde olduğu ve bir imamda bir türlü ittifak edemedikleri bir vakıada ümmetin dini ve dünyevi maslahatlarını korumak, Tevhidi ve şeriatı kaim kılmak için imamlığa ehil birisi ortaya çıkar ve Müslümanlara zorla üstün gelirse elbette imamlığı sahih olur ve herkesin itaati vacip olur. Hatta böyle bir vakıada imamlık şartlarına haiz ve kudret ve temkin ehli olan birisine zorla da olsa imamlığı tevelli etmesi vacip olur. Zira Müslümanların en önemli maslahatları ümmetin vahdetine ve şevketine bağlıdır. Ümmetin maslahatlarını kudret ile beraber tehir etmek ise elbette caiz değildir. Buna bir de bütün İslam beldelerin kâfirler ve murted uşakları tarafından işgal altında olduğunu eklediğimizde, Müslümanları zilletten çıkarmak ve din ve din ehlini aziz kılmak için cihad eden, dinde istikametini ispat etmiş ve ümmetin önderleri tarafından tezkiye edilmiş imamlığa ehil olan birisi zorla da olsa siyadetini ilan ederse elbette müslümanın icabeti kesin ve itaati tam olması gerekir.

Hulasa olarak zorla imamlığa gelen için ulema imamlığının sıhhati için iki şart aradığını söylemek mümkündür:

Birincisi: İmamlık şartlarına haiz olmasıdır.

İkincisi: Fitnenin engellenmesi, Müslümanların vahdetini sağlamak veya dinin ikamesi gibi bir maslahatın varlığıdır.

Ebu Hamid el-Ğazzali (rahimehullah) şöyle der: “Hilafete kalkışan kişide ilim ve takva yönünden kusur bulunursa ve azledilmesi halinde karşı koyulmayacak bir fitnenin çıkmasından korkulursa onun imametinin geçerliliğine hükmederiz. Zira böyle bir durumda ya imam değişimi sebebiyle bir fitne kızıştırırız ve zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle Müslümanları meydana gelecek zarardan daha büyük bir zarara sokmuş oluruz. Nitekim şartları ispat etmenin gayesi maslahatın korunmasıdır. Binaenaleyh fazilet uğruna asıl maslahat yıkılmaz. Bu bir saray inşa etmek için şehri yıkmaya benzer. Veyahut ülkenin halifesiz olduğuna ve hükümlerin geçersiz olduğuna hükmederiz ki bu muhaldir. Zira biz bağilerin kendi ülkelerinde verdikleri hükümlerin geçerliliğine hükmediyoruz. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. Şu halde zaruret ve ihtiyaç vaki olduğunda nasıl olur da imametin sıhhatine hükmetmeyiz?”

Evet! Değiştirildiği takdirde muhtemel fitnenin engellenmesi için aranan şartlara haiz olmayan imamın imamlığı dahi geçerli olursa, imamın aslen bulunmadığı ve Müslümanların paramparça oldukları ve kâfirlerin işgali altında oldukları bir zamanda şartlara haiz olan ve Müslümanları birleştiren ve kâfirlere karşı cihad eden ve şeriatı en üstün kılan imamın imamlığı daha evlasıyla sahih olur. Bu durumda şeriatın ikamesini gaye edinmiş ve bunun için hareket eden her Müslüman’ın tek cevabı imamın itaatine girmesi ve onu desteklemesi olabilir. Allah-u Alem.

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmektir.