JustPaste.it

  İslam Devleti                                                       No:h8-T31                                                                                                         
El-Lecnetu’l Mufavvada                                               Tarih:21/08/1438 H – 17/05/2017                                                            

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

İlgi; Tüm Vilayetlere, Divanlara ve Kurumlara

Konu: “Ölen Açık Bir Delille Ölsün, Yaşayan da Açık Bir Delille Yaşasın” [Enfal, 42].

 

Hamd, tek olan Allah’a olsun. Salat ve selam kendisinden sonra peygamber olmayanın üzerine olsun. Ve sonra:

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Şeyhu’l İslam İbn-i Teymiyye –Allah O’na rahmet etsin- şöyle dedi: “Allah’ın kendisine hayır dilediği kimsenin üzerindeki en büyük nimetlerinden biri de, İslam’ı ilk önce kabul eden muhacir ve ensarların bir benzeri olsunlar diye Allah’ın dini yenilediği, Müslümanların şiarlarını ve mü’min ve mücahidlerin durumlarını canlandırdığı bu zamana kadar onu yaşatmasıdır. Kim bu zamanda bunu ikame ederse o, iyilikle önceki muhacir ve ensarı takip edenlerden olur. Onlar ki; Allah kendilerinden razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlar. Allah azze ve celle onlara, içinden ırmaklar akan ve ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur. Bunun için mü’minlerin, gerçekte Allah’tan güzel bir nimet olan bu imtihan için Allah’a şükretmeleri gerekir. Bu, içinde büyük bir nimetin olduğu imtihandır.” [Mecmuu’l Fetava, c:28 s:420].

Bundan sonra:

Allah tebareke ve Teâlâ, kavimlerini Allah’ı birlemeye, yeryüzündeki tağutlara küfretmeye ve cahiliye adetlerinden ayrılmaya ve yeryüzünde fitne kalmayıp dinin tamamı Allah’ın oluncaya kadar küfrün önderleriyle savaşmaya davet eden nebiler ve resuller gönderdi.

Gönderilen bu nebiler ve resuller kavimlerini, ibadette, hâkimiyette ve itaatte Allah’ı birlemeye, tevhid ehlini dost edinmeye, şirk ehline ve din düşmanlarına düşmanlık beslemeye davet ettiler.

Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” [Nahl, 36].

Tüm resuller, bu menheci takip ettiler. Bu davette bunların arasında öne çıkan ise, Allah subhanehu ve Teâlâ’nın onunla Hanif dinini ikame ettiği ve onu bize seçtiği Halilu’r Rahman -salat ve selam üzerine olsun- oldu. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah uğrunda, hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size ‘Müslümanlar’ adını verdi.” [Hac, 78].

Bu davet, tevhid dininin gerçekleşmesini, şirki ve Allah’a ortaklığı inkar etmeyi ve imanın en sağlam bağlarından olan vela ve bera akidesinin yerleştirilmesini kapsamaktadır.

Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Size küfrrediyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi.” [Mümtehine, 4].

Bu akide üzere arka arkaya nebiler ve resuller geldiler. Hepsi de tevhid bayrağını taşıdılar ve insanlara, bozulan dinin öğretilerini yeniden öğrettiler.  

Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: “Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete kendi peygamberi geldikçe, onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardından helâk ettik ve onları birer ibretli hikâye yaptık. Artık inanmayan bir kavim, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” [Mü’minun, 44].

Sonra Rahman’ın dostları ile şeytanın dostları arasındaki savaş sürmeye devam etti. Ta ki; Allah’u Teâlâ, ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın diye nebilerin sonuncusu ve resullerin imamı peygamberimiz Muhammed’i (s.a.v) kıyamete yakın bir vakitte kılıçla gönderdi. Allah subhanehu ve Teâlâ, O’nu (s.a.v) göndererek Hanif dini yeniledi.

Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: “Sonra da sana, ‘Hakka yönelen İbrahim’in dinine uy. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi’ diye vahyettik.” [Nahl, 123].

Daha sonra Allah Resulü (s.a.v), en yüce dosta (Refiki â’la) ulaşana kadar dil ve kılıçla insanları Allah’a davet etti. Allah’u Teâlâ onunla dini kemale erdirdi ve muvahhidlerin üzerindeki nimetini tamamladı. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” [Maide, 3].

Daha sonra Allah Resulünün vefatının ardından bu işi, insanların riddete girdiği ve Arapların, Allah’ın dininin üzerine çullanıp neredeyse yıkılıp gideceği bir günde Allah’ın onunla dine yardım ettiği mağara arkadaşı ve muhacir ve ensarların şeyhi Ebu Bekir Es-Sıddık –Allah ondan razı olsun- eline aldı. Bu şekil üzere diğer Raşit halifeler ve hidayet imamları birbirini takip etti. Ta ki; İslam, civar topraklara yayıldı.

Sonra zaman akıp gitti, asırlar şüphelerle beraber aktı, insanların üzerinden uzun zamanlar geçti, insanların kalpleri katılaştı ve İslam ehline yönelik özlem arttı. Tevhid içine büzüldü, öğretileri yok olmaya ve ışıkları sönmeye yaklaştı ve bela her yeri kuşattı. Öyle ki; dinine ve tevhidine sarılanlar, kor ateşi elinde tutanlar gibi oldular. Bununla beraber Allah Resulünün, hak üzere savaşan sünnete bağlı muvahhid bir grubun kalacağıyla ile ilgili vaadi gerçekleşti. Nitekim şöyle buyurdu: “Bu din, onun yolunda savaşan Müslüman bir topluluk olduğu halde kıyamete kadar devam edecektir.” [Müslim, Hadis No:1922].

Allah’u Teâlâ, necid davet âlimlerinin ve imamlarının kurmuş olduğu bir devletin ortaya çıkışına izin verdiği zamana kadar durum bu şekilde devam etti. Bu alimler ve imamlar, kabirlere tapma şirkine karşı savaşma konusunda Allah’a mazeretlerini sundular ve insanları davet ve cihad ile basiret üzere Allah’a davet ettiler. Kitaplar yazdılar, tasnifler yaptılar, şehir şehir dolaşıp insanları tevhide ve cihada davet ettiler. Devletleri, bu hal üzere yaklaşık 70 sene ayakta kaldı. Bu şey için savaşıldı ve bundan sonra kalbine kabirde parçalanmış ve çürümüş kemiklerin sevgisi içirilenlerin dışında hiç kimse şirkte ısrar etmedi.

Yeryüzünün doğusundan ve batısından İslam Devleti ile savaşmak için toplanan küresel sistemin şirk anayasasıyla savaşması için evlatlarından on binlercesini öne süren İslam Devleti –Allah onu tevhidle izzetlendirsin-, aynı menhec üzere kuruldu. Uzak ve yakın herkes bu devletin, şeriat ile hükmetmek, alçak beşeri kanunları ortadan kaldırmak ve ister kabirlerin üzerindeki kubbeler olsun, ister parlamento meclislerinin üzerindeki kubbeler olsun Allah’ın dışında ibadet edilen kubbeleri yıkmak için savaştığını öğrendi. Aynı şekilde uzak ve yakın herkes bizlerin, kanun yapan tağutları, onları seçenleri, kabirlere tapanları ve onları savunanları tekfir ettiğimizi ve onlarla savaştığımızı da öğrendi.

Bu, Şeyh Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi’nin –Allah O’nu kabul etsin- eliyle İslam Devleti’nin kuruluşundan bu yana İslam Devleti’nin insanları davet ettiği şeydir. Öyle ki, yeryüzündeki tüm tağutları, kanunlarını, sınırlarını, yasalarını ve sembollerini tekfir etti ve Rafızi, laik ve demokrat gibi tüm müşrik sınıfları tekfir ettikten, onlara düşmanlığını izhar ettikten sonra onlarla savaştı. Ayrıca onları savunanları da tekfir etti ve bugün, bu şey için savaşıyor ve kendisiyle savaşılıyor.

Şeyh Ebu Musab Ez-Zerkavi –Allah O’nu kabul etsin- şöyle dedi: “Ancak hak ile batılın kıyamet gününe kadar mücadelesinin devam edeceği konusundaki Allah’ın sünneti sabittir. Batılın taraftarları, hakkın taraftarlarının insanları tevhide davet ettiğini görmek istemez. Aynı şekilde şirk ehli, tevhid ehlinin rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktan ve mutlak güç sahibi ve övgüye layık olan Allah’ın yoluna iletmekten memnun olmaz. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler.’” [Zümer, 45]

Aynı şekilde şeyh, tevhid ehlinin şirkten ve ehlinden beri olma konusunda tağut ve ona ibadet edenler ile liderler, tabileri ve destekçileri arasında fark ayırmadıklarını da beyan etti.

Şeyh –Allah O’nu kabul etsin- şöyle dedi: “İşin gerçeği; İslam Devleti’nin kurulması için yaptığımız bugünkü savaşımız, sadece yöneticilere karşı değildir. Bilakis bu savaşımız, Allah’u Teâlâ’nın: ‘Kazıklar sahibi Firavun’ [Fecir, 10] sözünde onları kazıklar olarak tanımladığı asker, polis ve istihbarat gibi destekçileri ve yardımcılarını da kapsamaktadır. Taberi bu ayetin tefsirinde şöyle dedi: Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: kazıklar sahibi firavuna rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Tevil ehli, ‘kazıklar sahibi’ sözünün anlamında ihtilaf etmişlerdir. Niçin ona bu şekilde denildi? Bazıları şöyle dedi: bunun anlamı: Firavunun, emirlerini yerine getiren güçlü bir orduya sahip olmasıdır. Ve dediler ki: bu ayette zikredilen ‘kazıklar’ askerler demektir.”

Aynı şekilde şeyh –Allah O’nu kabul etsin- şöyle dedi: “Seçimlere aday olanlar, rububiyet ve ilahlık iddia edenlerdir. Onları seçenler (oy verenler) ise, Allah’ın dışında onları rab ve ortak edinmişlerdir. Onların Allah’ın dinindeki hükmü, küfür ve İslam’dan çıkmaktır. Allah’ım! Tebliğ ettim mi? Allah’ım! Şahit ol. Şeyhin –Allah’u Teâlâ O’na rahmet etsin- sözü burada bitti.”

İslam Devleti kurulduğunda ve insanlar müminlerin emiri Ebu Ömer El-Bağdadi’ye biat ettiğinde şeyh, İslam Devleti’nin kuruluşunun en büyük meyvelerinden birinin tevhidin yayılması olduğunu zikretti ve şöyle dedi: “Tevhid, Allah’ın onun için resuller gönderdiği, kitaplar indirdiği ve cennet ve cehennemi yarattığı ibadetlerin başıdır. Başında sonunda Allah’a hamdolsun ki o bize, bugün Irak halkının, tevhidin koruyucusu olarak yeryüzündeki insanların en büyüklerinden biri olmalarını kolaylaştırdı. Onları, ne kendisine dua edilen şirk sofiliğini, ne ziyaret edilen türbelerini, ne ikame edilen bidat bayramlarını, ne yakılan mumları ne de ibadet edilen bir putları tavaf etmeyi koruyan kimseler kılmadı. Bilakis Irak halkı, yalnızca Allah’a ibadet edilsin diye bu türbeleri kendi elleriyle yıktı. Aynı şekilde kâfir batının koymuş olduğu anayasa ile değilde, şer-i aslın yani şeriatın geri dönmesi için Allah’ın şeriatıyla hükmetmeye başladılar.” (Şeyhin –Allah O’na rahmet etsin-, sözü burada bitti. “Muvahhidlerin Devletinde Yılların Hasadı” adlı konuşmasından)

Daha sonra, bu tevhidin vela ve bera ile ceset bulması olan devletin meyvelerini açıklayarak şöyle dedi: “Gençlerden büyük bir kuşak, belli bir süre içerisinde unutulmuş olan vela ve bera akidesi üzerine yürüdü. Öyle ki; siyer ve tarih kitaplarında, İbn-i Cirah’ın babasını öldürmesi, Abdullah’ın babası Abdullah bin Ubey bin Selul’ü öldürmek için peygamberinden işaret beklemesi gibi kıssaları işitir ve hayret ederdik. Ancak bugün, şüphelere ve şehvetlere rağmen Mezopotamya evlatlarından bu hayret edici şeyleri kendi gözlerimiz ile görür ve kulaklarımızla duyar olduk. İşte baba, casus oğlunu öldürüyor. İşte bir aşiret, Maliki’nin polisi olan oğlundan beri oluyor. Acayip ve garip olan şeylerden biri de; eşi, Maliki devletini ve partisini destekleyerek mürted olduğu için bir kadın eşini terk etti ve onu arkasında bıraktı. (Şeyhin –Allah O’na rahmet etsin-, sözü burada bitti. ‘Muvahhidlerin Devletinde Yılların Hasadı’ konuşmasından)

Daha sonra Allah’u Teâlâ, İslam Devleti’ne lütufta bulundu ve İslam Devleti, ahir zamanda ‘taifetu’l Mansura’nın (yardım olunan taife) kalesi, büyük savaş toprakları ve rezillikleri ortaya çıkaran Şam topraklarına uzandı. Hilafet ilan edildi. Muhacir ve ensarlar ona biat etti ve bu dine yardım edeceklerine dair söz verdiler.  

İslam Devleti menhecini değiştirmedi. Dini üzerinde pazarlık yapmadı ve azmi zayıflamadı. Bilakis bu hal üzere ilerlemeye devam etti, doğru yoldan sapmadı ve ayrılmadı. Şeyh Ebu Muhammed El-Adnani –Allah O’nu kabul etsin- şöyle dedi: “Din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşacağız, savaşacağız, savaşacağız. Allah’ın dinini kabul etmek ve şeriatla hükmetmek için insanlara ricada bulunmayız. Kim bundan hoşnutsa işte Allah’ın şeriatı budur. Kim de bundan hoşnut değil, istemiyor ve başkaldırıyorsa burnunu yere sürteriz. Allah’ın dini budur. Mürtedleri tekfir edeceğiz ve onlardan beri olacağız. Kafirlere ve müşriklere düşmanlık edip onlara kin besleyeceğiz. İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Size küfrediyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi. [Mümtehine, 4]. İslami olarak isimlendirilen mürted grupların, kafir ve mürtedlerden oluşan ulusal askeri konseyleri ya da demokrat ve laik grupları dost edindiği gibi, bizler onları dost edinemeyiz, onlarla koalisyonlar kurup onlara destek olamayız. Allah azze ve celle şöyle buyurdu: Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. [Maide, 51]. Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz’ diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. [Nisa, 140]. Şam El Kaidesi’nin hüsrana uğramış riddet cephesinin yaptığı gibi, bizler onlara yağcılık yapamayız. Kucak açıp koşamayız. Şirklerini tekfir etmeme, kinimizi ve düşmanlığımızı ilan etmeme gibi bir şey yapamayız. Onlara kardeşlik, sevgi ve dostluk gösteremeyiz. Eğer kâfirlere düşmanlık ve kini izhar etmezsek dostluk ve düşmanlık ortadan kalkar. Din yok olur ve mü’minler kâfirlerle karışır.

Dini, çöllerde ve sahralarda lebbeyk demek, Namaz kılmak, savaş sahalarında koşmak
ve bu dini terk edenlerin içine karışıp onları selamette bırakmak olduğunu mu zannettiniz?
Oysaki din; sevgi, kin, dostluktur. Aynı zamanda bütün günahkâr ve azgınlara düşmanlıktır.” (Allah O’na rahmet etsin, sözü burada bitti.)

İşte İslam Devleti’nin –Allah onu tevhidle izzetlendirsin- menheci budur. İrca ve cehmiyelerin şüpheleriyle, vela ve bera akidesini kayıran ve İbrahim’in -aleyhisselam- dinini gömen açıklamalarına ve aşırıların, okun yaydan çıkması gibi dinden çıkaran sözlerine gelince; İslam Devleti tüm bunlardan beridir. Hiç kimsenin, onun adıyla konuşmasının veya söylemediği bir sözü ona nispet etmesinin hakkı yoktur. Onun sözleri, imamının –Allah onu tevhidle izzetlendirsin-, onun tarafından yetkilendirilenlerin ve resmi sözcüsünün söylediği sözlerdir.

Tahmin ve zan içeren sözler ise, bir bilgiye dayanmayan sözlerdir. Allahu Teâlâ bizi bundan sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” [İsra, 36].

Allah azze ve celle şöyle buyurdu: “Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; hâlbuki onu, Resul’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” [Nisa, 83].

Bu konuda insanlar iki kısma ayrılmışlardır.

Birinci kısım: İslam Devleti’nin menhecine zıt olan irca sözleri ona nispet eden veya kendisinin benimsediği ve söylediği bir sözün İslam Devleti’nin –Allah onu tevhidle izzetlendirsin- sözü olduğunu iddia eden kimselerdir. Ancak İslam Devleti bu iddiadan beridir.

Böyle olan kimseler de birkaç kısma ayrılmışlardır.

Bunlardan bazıları: Kavminin tağutunu tekfir etmeyen kimsenin Müslüman olduğunu ve bunun İslam Devleti’nin sözünün olduğunu iddia eden kimselerdir. İslam Devleti bu sözden beridir. Bilakis İslam Devleti, hiç şüphesiz tağutları, onları destekleyenleri ve onları tekfir etmeyenleri tekfir etmektedir.

Bunlardan bazıları: Müşriklerin tekfirini gizli veya ihtilaflı bir mesele kılan ve bununla amel etmek için genel veya detaylı olarak İslam’ı bozan üçüncü unsuru tatil etmeye götüren ağır şartlar öne süren kimselerdir. Bununla beraber onlara göre, yapılan ameli ister şirk olarak kabul etsin isterse de kabul etmesin her halükarda, puta tapan kimseyi tekfir etmede duraksayan kimse, kendisine öğretilmeyene kadar mutlak olarak tekfir edilmez. Aynı şekilde onlara göre, Allah’u Teâlâ’ya söven kimseyi tekfir etmede duraksayan kimse, kendisine öğretilmeyene kadar tekfir edilmez. Tüm bunlara ilaveten, sahabelerin müşrikleri tekfiri konusunda ihtilaf ettiği vehmini vermek için Ömer r.a’nun zekât vermeyenleri tekfir etmediğini O’na nispet etmektedir. Bundan daha kötüsü ise getirmiş olduğu bu sözün İslam Devleti’nin sözü olduğunu iddia etmesidir. Bu, katıksız bir iftiradır. Bilakis uzak ve yakın herkes bildi ki, İslam Devleti –Allah O’nu tevhidle izzetlendirsin-, müşriklerin tekfiri konusunda bir gün dahi duraksamamış ve o, müşriklerin tekfiri meselesini, namaz ve dinde bilinmesi zaruri olan diğer farzlardan önce bilinmesi gereken dinin açık usullerinden olduğunu söylemiştir. Nitekim 22/08/1437 tarihinde, müşriklerin tekfirinde duraksayanın hükmü konusunda Şer-i Divanları Takip Etme Merkezi Ofisi’nden çıkan beyanda bunu ifade etmiştir.

Bunlardan bazıları: İkrah derecesine getirdikleri zaruret iddiasıyla tağuta muhakeme şirkini mubah görmektedirler.

Bunlardan bazıları: Mümteni olan taifenin tekfiri konusundaki sahabenin icmasını reddetmektedirler.

Bunlardan bazıları: Seçimlerin hakikatini bilmediği iddiasıyla seçime katılanların tekfirinde duraksamaktadırlar.

Bunlardan bazıları: Şirke davet eden tağutların âlimlerinden beri olmamaktadırlar.

İkinci kısım ise: Haricilerin ve mutezilelerin bidatından etkilendiğinden ötürü İslam Devleti’ni kınayan ve hatta tekfir eden kimselerdir. Bunlardan bazıları, ehlisünnetin menhecinden ve sözlerinden habersiz olduklarından ötürü ehlisünnet ve’l cemaatin sözleri olan sözlerle İslam Devleti’ni ayıpladılar. Diğer bazı kimseler ise, İslam Devleti’nin söylemediği sözler ona isnat etti. Allah’ım! Seni eksikliklerden tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır.

Aynı şekilde bunlar da kendi aralarında kısımlara ayrılmışlardır.

Bunlardan bazıları: mutezilenin ortaya çıkarmış olduğu silsile bidatını söylemediği için onu tekfir eden kimselerdir. Bu doğrudur ve İslam Devleti bu konuda, ehlisünnet ve’l cemaatin sözünün gerektirdiği şekilde hareket etmektedir.

Bunlardan bazıları: İslam Devleti’ne, riddet diyarındaki (bir dönem İslam diyarı olup daha sonra küfrün hâkim olduğu beldelerdeki) insanlarda asıl olanın İslam olduğunu söylediğini nispet eden kimselerdir. Ancak bu İslam Devleti’ne atılan yalan ve katıksız bir iftiradır.

Bunlardan bazıları: İslam Devleti’nin, savaş maslahatı açısından küfür işlemeyi mubah gördüğü iddiasıyla İslam Devleti’ni tekfir eden kimselerdir. Bunlar yalan söylemişlerdir.

Bilakis İslam Devleti’nin bu konudaki açık akidesi şudur: Açık büyük şirk ve açık büyük küfür olan şeyleri, ikrah olmaksızın bunları yüklenmek caiz değildir. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” [Nahl, 106].

İbn-i Kayyım şöyle dedi: “Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimse hariç, hangi amaçla olursa olsun küfür sözünü söylemenin caiz olmadığı konusunda ümmetin arasında ihtilaf yoktur.” [İ’lamu’l Muvakkiin, C:3 S:141]

İslam Devleti’nin bu meseledeki sözü ve akidesi işte budur. Ancak bu kimseler, Muhammed bin Mesleme ve diğerlerinin olayında olduğu gibi, açık küfür ve şirk ile zaruri durumlarda kullanılan mearid (birkaç anlama gelen) sözlerin arasını ayıramadıkları ve cehaletlerinden dolayı hataya düştüler. Şu sözü söyleyen doğru söylemiştir:

Doğru sözü ayıplayan birçok kimse vardır *** Onun afeti ise yanlış anlayıştandır.

Bunlardan bazıları: Bazı emirlerde oluşan hata, eksiklik, aşırılık ve zulüm iddiasıyla kendisini mazeretli kisvesine sokarak küfür diyarına kaçıp gerisin geriye dönen ve biatını bozan kimselerdir. Bu, Osman r.a’ya karşı çıkanların yaptığının aynısıdır. Allah’a yemin olsun ki bu, bütün alıp verdiklerinde Allah’tan korkmayan ve O’nu gözetmeyenlerin uzak kalamayacakları bir hatadır. Çünkü hata, eksiklik, aşırılık ve zulüm, Allah’u Teâlâ’nın dilediğinin dışında hiç kimsenin ne kendi nefsi ne de ailesi konusunda kendisini korumaya gücü yetiremediği bir şeydir. Ancak bunların yapmak istedikleri şey, İslam diyarından küfür diyarına kaçmayı nefislerine caiz görmektir.

Bu yüzüstü bırakılanlar, durumlarını nereye vardığını; İslam’ın hükümlerinin yüce olduğu bir toprağın yerine küfür hükümlerinin yüce olduğu bir toprağı tercih ettiklerini ve din ve ihlas ehlinin meskeni yerine küfür ve fücur ehlinin meskenine razı olduklarını hiç düşündüler mi? “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?” [Bakara, 61]. Tabi bu da, eğer orada dinleri üzerinde sağlam kalabilirlerse geçerlidir. Onların bunu yapmaları nerede! Bu ne kadar da uzaktır.

Kötüleme, teşhir etme, yalan haber yayma, korkutma ve yalnızca kâfir, mürted ve münafık düşmanları sevindiren bir yolla emirlere nasihat ettiğini iddia eden kimseye gelince; böyle kimsenin en iyi hali onun, kitaba muhalefet ettiği, sünneti bir kenara attığı ve emirlere nasihat etmede selefin yolunu terk ettiğidir.

Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre şöyle dedi: “Allah Resulünün (s.a.v) sahabelerinden büyüklerimiz, bizi nehyettiler ve şöyle dediler: Emirlerinize sövmeyin, onları aldatmayın, onlara kin beslemeyin, Allah’tan korkun ve sabredin. Muhakkak ki iş yakındır.”  [İbn-i Ebi Asım, es-Sünne rivayet No:1015].

Ebu Bekre’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi: Allah Resulünün (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim: “Kim Allah’ın sultanına (emirine) ikram ederse, Allah da ona ikram eder. Kim de Allah’ın sultanını tahkir ederse, Allah da onu tahkir eder.” [İbn-i Ebi Asım, es-Sünne rivayet No:1017].

İyad bin Ganem Hişam bin Hekime şöyle dedi: Allah Resulünün (s.a.v) şu sözünü işitmedin mi? “Kim sultana nasihat etmeyi istiyorsa açıktan bunu yapmasın. Ancak elinden tutsun ve yalnız bir yerde ona nasihat etsin. Eğer nasihatini kabul ederse ne güzel. Eğer kabul etmezse o üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş olur.” [İbn-i Ebi Asım, es-Sünne rivayet No:1096]

Ebu Derda r.a şöyle dedi: “Kişinin ilk nifakı, imamını kötülemesidir.” [Beyhaki, Şuabu’l İman Rivayet No:8959].

Fudayl -Allah O’na rahmet etsin- şöyle dedi: “Mü’min, gizler ve nasihat eder. Facir ise, açığa vurur ve kötüler.” [El-Farku Beyne’n Nasihati ve’t Ta’yir, İbn-i Recep, S:17].

Bu yolla ıslah etmeyi iddia edenler; ya gaflette olan cahillerdir ya da İslam’ı ve ehlini kötüleyenlerdir.

Islah etmeyi iddia eden bu fitneci, bilmiyor mu ki; ehlisünnet ve’l cemaatin usullerinden biri de; ‘emir sahiplerine itaat etmek, Allah’a itaat etme kapsamındadır.’ Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden emirlere itaat edin.” [Nisa, 59].

Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Her kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Her kim benim emir tayin ettiğime itaat ederse bana itaat etmiştir. Her kim de benim emir tayin ettiğime isyan ederse bana isyan etmiştir.” [Muttafakun aleyhi, 2/245].

İtaatin sınırları ise şeriatın belirtmiş olduğu ölçülerdir. Bu ölçüler ise zorlukta ve kolaylıkta, rahatlıkta ve darlıkta emir sahiplerine iyilikle bağlı kalmak ve ona itaat etmektir. Emir sahibi, meşru bir şeyi emrettiğinde ona itaat etmek vaciptir. Eğer bir sünneti emrederse ona itaat etmek vaciptir. Eğer nefsin hoşlanmadığı bir şeyi emrederse yine ona itaat etmek vaciptir. Çünkü itaat, hem nefsin hoşlandığı hem de hoşlanmadığı durumlardadır.

Aynı şekilde emir sahipleri, Müslümanların cemaatinin faydasına ve yararına olacağını düşündüğü bir şeyi emrederse ve bu emrettiği şeyden ötürü bazılarına zarar dokunsa bile ve bu faydanın ve yararın içeriği idrak edilmese bile yine de bu konuda ona itaat etmek vaciptir.

Kişi, dinden çıkaran açık küfürlerden olmadığı sürece kerih bir şeyi emirinden görse bile yine de bu kişinin elini itaatten çekmemesi ve cemaatin asasını kırmaması, üzerine vacip değil midir? Müminleri, zorlukta ve kolaylıkta, rahatlıkta ve darlıkta emirlerinin ona emrettiklerini işitip itaat etmeye ve buna sabretmeye teşvik eden ayetler, hadisler ve rivayetler ona ulaşmadı mı? Hatta emirlerinden, dünyalarına yönelik bir kayırmalarını görse bile onlardan apaçık bir küfür görmeyene kadar onlara itaat etmesi gerekir.

Bu konuda az da olsa düşünen kimse için selefin kitaplarında sahih hadisler ve rivayetler çoktur, meşhurdur ve bilinmektedir.

Bu hadislerden bazıları ise şöyledir:

Ubade bin Samit r.a şöyle dedi: Nebi (s.a.v) Akabe gecesi bizi (Ensarı biat için) davet etmişti. Biz de biat ettik. Ubade dedi ki; "Allah Resulü (s.a.v) (Ensar üzerine bir borç olarak) bizden aldığı (akit ve misakta); hem zorluk hem de kolaylıkta, kederli ve neşeli anımızda işitmek ve itaat etmek, onu kendi nefsimize tercih etmek, kendilerinde Allah'ın kitabından kesin bir delile dayalı açık bir küfür görmedikçe emir sahipleri ile çekişmemek üzere biat ettik. [Muttafakun aleyhi, 2/246].

Abdullah bin Abbas r.a. rivayet ettiğine göre Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Emirinden hoşlanmadığı bir şeyi gören kimse sabretsin. Zira insanlardan, kim otoriteden bir karış ayrılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” [Sahihi Müslim, 3/1478].

İbn-i Mes’ud r.a Nebi’den (s.a.v) rivayet ettiğine göre şöyle dedi: “(Benden sonra) adam kayırma olayları ve razı olmadığınız işler meydana gelecektir. Bunun üzerine sahabeler: Ey Allah’ın Resulü! Bizden o günleri görenlere ne emredersiniz? diye sordular. Allah Resulü (s.a.v) şöyle cevap verdi: üzerinizdeki hakları eda edersiniz, hakkınız olan şeyi de Allah’tan istersiniz.” [Muttafakun aleyhi, 2/248].

Haris El-Eşari’nin hadisinde Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah azze ve celle bana, size şu beş şeyi emretmemi emretti. Bunlar: Cihad etmeniz, (emir sahiplerini) işitmeniz, itaat etmeniz ve hicret etmenizdir. Her kim cemaatten bir yay kadar ayrılırsa namazı ve orucu kabul olunmaz. İşte onlar ateşin yakıtıdırlar.” [Taberani, Mu’cemu’l Kebir, 3/302].

Muhammed bin Sirin’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi: Ömer ve Ebu Bekir r.anhuma, İslam’a yeni giren bir adama şöyle öğretirlerdi: “Allah’a ibadet edecek ve ona hiçbir şey ortak koşmayacaksın. Allah’ın, üzerine farz kıldığı namazları vakitlerinde kılacaksın. Çünkü bu konuda aşırıya gitmek helaktır. Nefsin hoşnut olduğu halde zekâtı vereceksin. Ramazan orucunu tutacaksın. Allah’ın emirliği nasip ettiği kimseleri işitip itaat edeceksin. Ravi dedi ki; bir adama da şöyle dediler; Allah için çalışacaksın insanlar için değil.” [Adeni, El-İman, Sayfa:115].

Abdullah bin Mes’ud r.a şöyle dedi: “Eğer imam adaletli olursa ona ecir vardır ve senin de buna şükretmen gerekir. Eğer imam facir olursa günahı onadır. Sana gereken ise sabretmektir.” [Uyunu’l Ahbar, 4/3].

Hasan emirler hakkında şöyle dedi: onlar işlerimizden beş şeyi üstlenirler: “Cuma, cemaatle namaz, bayram, sınır nöbeti ve hadler. Vallahi zulmeder ve haksızlık yapsalar bile, din ancak onlarla dosdoğru olur. Vallahi Allah, onların ifsat ettiklerinden daha fazlasını onlar vesile ile ıslah eder.” [El-Akdu’s Semin Fi Şerhi Ahadisi Usulu’d Din, Sayfa:149].

Berbehari –Allah O’na rahmet etsin- şöyle dedi: Sultana beddua eden bir adam görürsen bil ki, o heva sahibidir. Sultanın ıslahı için dua eden bir adam görürsen bil ki, o sünnet sahibidir inşallah. Fudeyl bin Iyad dedi ki: "Eğer kabul olunacak bir duam olsaydı onu sultandan başkası için etmezdim." Ona denildi ki: Ey Ebu Ali, bunu bize açıkla! Dedi ki: "Eğer kendim için dua etsem, (faydası) benden başkasına ulaşmayacak. Eğer sultanın ıslahı için dua etsem, düzelir ve onun düzelmesi ile insanlar ve ülkeler düzelir." Bizler, sultanların salahı (ıslah olmalar)ı için dua etmekle emrolunduk. Zulmetseler ve haksızlık etseler de onlara beddua etmekle emrolunmadık. Çünkü zulümleri ve haksızlıkları kendi nefislerinedir; ıslah olmaları ise hem kendi nefislerinin hem de Müslümanların faydasınadır. [Berbehari, Şerhu’s Sunne, S:51].

Bunun anlamı şudur; ehlisünnet, emir sahiplerine karşı sabreder, gizliden onlara nasihat eder ve öğütte bulunur. Onların aleyhine insanları toplamaya ve kalabalık oluşturmaya çalışmaz. Aynı şekilde devletlerine ve emirlerine karşı kâfirlerin yardımcısı olmazlar. Malumdur ki özel ve genel meclislerde emirlerin kötülüklerinin ve hatalarının zikredilmesi ancak şerre yol açar. ‘Harama yol açan her şey de haramdır.’ ‘Vesilelerin hükmü, maksatlarının hükmüdür. Asker ve emirlerin arasında güvenin yitirilmesi, emirler hakkında kötü zanlarda bulunmak ve heybetlerini kırmak ayrılığa ve aralarında fesada yol açar.

İbn-i Kesir’in tefsirinde şöyle geçmektedir (5/437): Sabah İbn-i Sivâde el-Kindî der ki: Ömer bin Abdülaziz’i hutbe okurken işittim. ‘Onlar ki; eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek...’ ayetini okuyup sonra şöyle dedi: Uyanık olun, muhakkak bu sadece vali hakkında değildir. Fakat o, hem vali (idare eden) hem de idare olunan hakkındadır. Size vali üzerindeki hakkınızı, valinin de sizin üzerinizdeki hakkını haber vermeyeyim mi? Sizin vali üzerindeki hakkınız; sizin hakkınızda Allah'ın hukukunu gözetmesi ve sizi bunlarla cezalandırması, bazısının hakkını diğerlerinden almasıdır. Gücü yettiği ölçüde en doğru olan yola sizi iletmesidir. Onların sizin üzerinizdeki hakkı ise; haksızlık ve zorlanma olmadan, gizlisi açığına zıt olmaksızın itaat etmenizdir.

Nasıl söylediğine bakın: Tüm bunlarda Müslümana vacip olan, haksızlık ve zorlanma olmadan, gizlisi açığına zıt olmaksızın işitip itaat etmesidir. Bunun anlamı: Emir sahiplerine rıza gösterme, kabul etme ve onun hakkında iyi zanlarda bulunmaktır. Şeytanın kendilerini aldattığı kimselerin iddia ettiği gibi ıslah etmek iddiasıyla emire haksızlık yapmak, ayıplamak, kınamak, laf atmak, tahrik etmek itaatten değildir.

Yardımsız bırakılan, Allah Resulü s.a.v’in, ister Arap olsun ister Habeşli, ister temiz olsun ister facir, fani dünyanın nimetlerinden herhangi bir şeyde nefislerini tercih etseler bile emirlere karşı sabır vasiyetini düşünmez mi? Emir sahiplerinin değerlerinin bilinmesi ve açık bir küfür emretmediği sürece maruf olan konularda onlara itaat edilir.

Selefin, emiri kötüleyenleri nifak ve bidat ehli olarak nasıl vasıflandırdığını düşünmez mi? Malumdur ki ayıplama, güzellikle nasihat etme ve münkeri nehyetme değildir. Bilakis o, kötüleme, yaralama, teşhir etme, kötüyü yayma ve güzellikleri gizlemektir. Kötülüğü emreden nefsinin kötülükle kendisine galip geldiği ve ayıplamayı kahramanlık, kötülemeyi cesaret, gıybeti hakkı haykırma ve safı ayırmayı zulmü açıklama olarak kendisine gösterdiği bazılarının aklına geldiği gibi değildir.

Abdullah bin Amr’dan rivayet edildiğine göre Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu: “İleride Arapları kaplayan bir fitne olacaktır. O fitnede öldürülenler cehennemdedir. O fitnede dil, kılıç darbesinden daha şiddetlidir.” [Ebu Davud, Hadis No:4265].

“Allah’u Teâlâ lütfu ve keremiyle bizi ve sizi, sünnetin onlarla ihya ettiği, bidatı yok ettiği, hak ehlinin kalplerini güçlendirdiği ve heva ehlini zelil kıldığı kimselerden kılsın.” [Bkz eş-Şeria, Acuri, 1/270].

“Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” [Bakara, 286].

Allah size hayr versin…

 

01_small.jpg

02_small.jpg

03_small.jpg

04_small.jpg

05_small.jpg

06_small.jpg

07_small.jpg