Kör döngüde bir gençlik ve yara almış toplum
Forum Haberleri —
- Kasıtlı çoraklaştırmanın üzerine, zehirli bir pus çöküyor: Uyuşturucu! Mahalle aralarında, parklarda, okul çevrelerinde güvenlik güçlerinin gözü önünde dönen karanlık bir ticaret.
- Kayyum sonrası bilinçli olarak yaratılan otorite boşluğunda patlayan uyuşturucu tacirleri, göçmen kaçakçılığı, şantaj, fuhuş ve çete faaliyetleri 'asıl tehdit burada' algısını pompalamak için biçilmiş kaftan.

MESUT BOR
Kürdistan’ın şehirlerinde, sabahlar işsizliğin kurşuni ağırlığıyla başlıyor. Üniversite koridorlarında emekle kazanılmış diplomalar artık sokaklarda dolaşan beyaz yakalı hayaletlerin kimlik belgelerine dönüştü. Bu, geçici bir ekonomik durgunluktan ziyade iktidarın ilmek ilmek ördüğü sistematik bir dışlanma projesi. Fabrikaların Kürdistan'da değil de batıdaki sanayi bölgelerinde yükseldiği, tarım arazilerinin baraj sularına teslim edildiği, kamu istihdamının kontenjan adı altında kısıtlandığı bir coğrafyada gençler eşit yurttaş statüsünden çok potansiyel tehdit muamelesi görüyor. Aidiyet hissi Ankara’nın soğuk ve mesafeli bakışıyla parçalanıyor. İnsan, kendini ait hissetmek için önce var olduğunu bilmek ister. Oysa bu topraklarda iktidar farklılıkları, çok sesliliği, var olmayı başlı başına bir suç olarak görüyor.
Bu kasıtlı çoraklaştırmanın üzerine, zehirli bir pus çöküyor: Uyuşturucu! Mahalle aralarında, parklarda, okul çevrelerinde güvenlik güçlerinin gözü önünde dönen karanlık bir ticaret. Genç bedenler, “kimyasal toplum mühendisliği” denen acımasız deneyin nesneleri haline getiriliyor. Roboskê’de katledilen çocukların anısı tazeyken yeni bir nesil başka bir imha yöntemiyle yüz yüze. Sokaklar, iktidarın sosyal laboratuvarlarına dönüştürülmüş durumda. Her uyuşturucu dozu kolektif hafızanın silinmesi için atılan bir adım. Modern çağın sofistike soykırımı.
Bu trajediyi besleyen ana damar iktidarın sömürgeci savaş politikaları. Güvenlik şalına sarılı bu yaklaşım Kürtlerin suyuna, toprağına, kültürüne ve geleceğine karşı acımasız bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Bu savaşın faturası ne yazık ki yine halka kesiyor. Bir yandan Kürdistan’ın yer altı zenginlikleri batı metropollerine aktarılırken diğer yandan esnafın cebindeki son kuruş, çiftçinin alın teri vergi adı altında bu yıkım makinesini besliyor. Halk bir nevi kendi imhasının finansörü kılınıyor. Bu ekonomik bir cinayet ve varoluşa karşı işlenen kitlesel bir suçtan başka bir şey değil.
Sistematik çöküşün zirvesi ise “kayyum” adı verilen yasal sömürüyle taçlanıyor. Halkın oyuyla seçilmiş belediye başkanları “terör” kılıflı iddialarla zindanlara atılırken yerlerine Ankara’nın doğrudan temsilcileri atanıyor. Van’da yaşananlar ise sıradan bir işten çıkarma olayı değildi. Halkın iradesine karşı ritüelleşmiş bir aşağılama töreniydi. Yüzlerce emekçinin kapı önüne konulması ekmek mücadelesinin onurunun katledilişinin belgesiydi aynı zamanda. Belediye binaları artık yolsuzluk ve yandaşlarına peşkeş çekilmiş karargahlara dönüştü. Buradan yükselen kararlar baskı rejiminin emirleridir. Kayyumlar merkezin uzantıları olmaktan öte modern zaman kolonicileridir.
Peki bu kasıtlı kaosun beslendiği canavar neden görmezden geliniyor? “Kontrollü kaos” stratejisi tüm çıplaklığıyla işliyor. İktidarın güvenlik aygıtı örgütlü suç ağlarını “düşük yoğunluklu savaşın” parçası olarak yönlendiriyor. Kayyum sonrası bilinçli olarak yaratılan otorite boşluğunda patlayan uyuşturucu tacirleri, göçmen kaçakçılığı, şantaj, fuhuş ve çete faaliyetleri 'asıl tehdit burada' algısını pompalamak için biçilmiş kaftan. Şehirlerdeki çete çatışmaları, askeri müdahalelere davetiye çıkarıyor, yeni baskı dalgalarını meşrulaştırıyor. Umutsuz gençler çetelerin kollarında, iktidarın kurşunlarından daha sinsice öldüren tuzaklara düşürülüyor. Bu toplu bir imha programı değil de nedir?
Kürdistan’ın bu çok katmanlı trajedisini rastlantı olarak görmemeli, aksine iktidarın mühendislik ürünü bir politikasıdır. Ekonomik kaynakları sömürerek işsizliği kronikleştirirken kültürel imha ise Kürt kimliğini yok sayarak Kürtçeyi marjinalleştiriyor. Siyasi darbe yerel iradeyi prangalıyor, muhalefeti susturuyor. Bilinçli ve kontrollü çürüme uyuşturucuyu yaygınlaştırarak çeteleri palazlandırırken baskı rejimi savaşı sürekli kılarak olağanüstü hali normalleştiriliyor.
Fakat unutulan bir hakikat var. Bu topraklar, Nuh’un gemisinin Cudi’ye demirlediği sabrı, Med madenlerindeki çeliğin direncini, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’de yaktığı özgürlük ateşinin küllerini saklıyor. Van Gölü’nün derin mavisi bin yıllık gözyaşlarının ve varlık mücadelesinin birikmiş ifadesidir. Ağrı Dağı’nın dorukları, Seyid Rıza’nın “Evlad-ı Kerbelayız” haykırışını hâlâ yankılıyor. Bu sessiz yarayı sarmanın yolu inkar politikasını terk etmekten geçer. Tanınmış bir kimlik, ekonomik kaynakların adil paylaşımı ve siyasi iradenin meşru temsilinin koşulsuz kabulü şart. Anadil hakkı eğitimden sanata kültürel varoluşu güvenceye almalı. Kayyum rejiminden ve irade gaspından vazgeçilmeli. Bağımsız soruşturma ve adil yargılama ile siyasi tutsaklar özgürlüğüne kavuşturmalı. Fuhuş, şantaj, uyuşturucu, şiddet, çete faaliyetleri ve bunun iktidar bağlantılarını deşifre edilmeli.
Unutulmamalıdır ki, gerçek birlik ve kalıcı barış savaş politikalarının terk edilmesiyle mümkündür.
