
- Qamişlo’dan bizi karşılamaya gelmiş olan arkadaşlarla Şam’ın içlerine doğru yol alırken yıkıntı binaların önünden geçiyoruz. Gözün görebileceği çevredeki binaların tek birinde bile kurşunlardan nasiplenmemiş olanına rastlamak neredeyse imkansız.
- Yarı yarıya diz üstü durabilen Dêrazor bir sağlam irade nişanesi. Bu kentin son merhalesi bir nehir. Fırat Nehri... Fırat, adeta bu ülkeyi dini bağnazlık ve demokrasi değerleri halinde ikiye ayırmış bir nehir. Bir memesinden yaşam, diğerinden ölüm içirmiş bir anne…

ÖMER LEVENTOĞLU
Uçak Suriye semalarından Şam’a doğru inişe geçtiğinde, o denli netlikten uzak, kıblesiz, karmaşık duygular içerisindeyim ki; endişe, kaygı, korku, telaş gibi negatif duyguların yanı sıra, en az bunlar kadar, belki de daha baskın olmak üzere; merak, coşku, umut, yeni bir coğrafyanın keşfine yakın olmanın yüreğe işlediği sıcaklık, hatta çelişki gibi görünse de, Baruch Spinoza’nın sevgiyi tanımlarken kullandığı ifadelerle, “dışsal bir nedene bağlı neşe” gibi pozitif duygular ile dolup taşıyorum. Bütün bu duygu karmaşasının az çok belirgin olan bir tarafı var, o da şudur; söz konusu duyguların negatif departmanda bulunanları, Şam ile Dêrazor’a kadar olan coğrafyada baskın, dominant kalacak, hatta zorunlu olarak ertelenmiş olan diğer duyguların tahtında hüküm sürecek, pozitifler ise Dêrazor’dan sonra negatifleri kovup, çiçekli bir Halep fistanı gibi gelip yüreğimin çeperine serilecekler.
Bu bilgi, her ne kadar tekerleri yere değmek üzere olan uçakta ritim manyağına dönmüş olan kalbime su serpmese de, bu kadarını kestirebiliyorum. Ve şunu da biliyorum: Yürekte ve ruhta kendi doğasının hükmüyle var olan bu duygu karmaşasının hiç biri benim kuruntularımdan kaynaklanmıyor. Her bir hissiyat, apaçık, anlaşılabilir, nedenleriyle birlikte açıklanabilir, gayet nesnel zeminlere dayanıyor. Her bir kaygının, korkunun gayet bilinebilir sebepleri var ve şu aşağıda, şu yıkık binaların altında, şu beton kütleler tarafından sıkıştırılmış dehlizlerde, şu kavruk çölün sereserpe zemininde, şu vadilerin, tepelerin uluortalığında, bir karış toprakla örtülememiş, sayıları milyonu aşan insana ait kemik deryası bunun kanıtıdır.
Havaalanında pasaportlarımızı mühürletmek, böylece Suriye’ye giriş yapmak üzere gümrük bankolarına yanaşırken, hangi bankodaki görevlinin, pasaport sahiplerine nasıl bir ruh haliyle baktığını, nasıl davrandığını gözlemlemek ve ona göre sırasına gireceğim kuyruğu belirlemek istiyorum, ancak bu hesaplı kitaplı plana pek fırsat kalmıyor, yanda boşalan bankodaki görevli doğrudan doğruya parmağıyla işaret ederek çağırıyor beni, Türkçe “buradan” diyor. Mersin’de iki yıl kalmış, ekmek fırınında çalışmış, dediğine göre “Türkleri ve dillerini çok seviyormuş.” Buna rağmen konuştuğu Türkçe, kafası gözü kırık, yaralı bereli, kan içinde birkaç kelimeden ibaret… Yine de olsun, beni Türkiye’den gelen bir “Türk” olarak sempatiyle karşılamasına burun kıvıracak durumda değilim.
*

Yanımızda Qamişlo’dan bizi karşılamaya gelmiş olan arkadaşlarla Şam’ın içlerine doğru yol alırken yıkıntı binaların önünden geçiyoruz. Gözün görebileceği çevredeki binaların tek birinde bile kurşunlardan nasiplenmemiş olanına rastlamak neredeyse imkansız. Sağdan soldan gelip geçen motosikletler, savaş günlerinden kalan videolara götürüyor beni. Bu motorlar bu halleriyle nasıl yürüyorlar acaba? Hele otomobiller?.. Kimi arabanın kaputu açık, kiminin sağından solundan kablolar sarkıyor, bazılarının egzozundan arada bir patlamalar, ama benden başka durumu garipseyen kimse yok gibi…
Havaalanından çıkarken, benim varsayımım artık Rojava yoluna girdiğimiz yönündeydi. Oysa Şam’ın giderek daralan alanlarından geçip, çıkmaz bir sokağa giriyoruz. Burası bir otel, geceyi burada geçireceğiz.
- Peki neden yolumuza devam etmiyoruz?
- Saat geç oldu.
- Nasıl yani, henüz saat beş?
- Birazdan karanlık çökecek ve karanlıkta bu yolu gitmek riskli.
Evet, haklısın... Şu kısacık taksi yolculuğu boyunca öyle rahatlamışım ki, buranın yaklaşık 15 yıl boyunca tarihin en şiddetli savaşlarından birini yaşadığını neredeyse unutmuş gibiyim; rastgele arabaların, otomobillerin tarandığı, kafileler halinde toplanıp sorgusuz sualsiz kafalarına kurşun sıkılan insanlara ait videoları ne çabuk unuttum?

Geceyi geçirdiğimiz otelde aşağı inmemeye, dışarı çıkmamaya özen göstermemiz gerektiği söylense de, içimizden biri, gazeteci ne de olsa, Azad, illa dışarı çıkmak, akşam yemeğini dışarıda yemek istiyor. Bu hareketin kültürünü az çok bilenler bilir; tevazu, bu kültürün kan dolaşımına sinmiştir, Azad’ı kırmıyor misafir karşılamadan sorumlu arkadaş Raman, çıkıyoruz sokağa, önce kısa bir mesafe, en yakındaki lokantaya girelim, karnımızı doyurup çıkalım. Ama iş burada bitmiyor, biraz sokağın havasını soluyunca, caddelerin o kaotik atmosferini adımladıkça hepimizde bir gevşeme, rahatlık, belki de giderek bir özgüven… Ana bulvara çıkıyoruz, önceki rejimden kalma devlet kurumlarının bulunduğu büyük bulvarı boydan boya geçiyoruz. Sinema ve Tiyatro binası, yüksekliği ve bir kavşağın iki yanını tutmuş olan heybetiyle Merkez Bankası’nın çaprazında, fakat bu sanat kurumunun kavşağı kuşatan girişine kocaman çelikten bir set çekilmiş.
Kocaman lüks oteller, kısmen ışıklandırılmış bahçe duvarları ve teras katlarından yükselen eğlence müziği ile burası Suriye burjuvazisinin ana uğrak mekanlarının toplandığı alan olmalı. Gerçekten de öyle. Lüks jipler içerisinde ağır makyajlı kadınlarla bu binaların önüne yanaşan kalantor insanları karşılayan görevlilerin yaptıkları işe alışkın oldukları her hallerinden belli. Bu ana bulvarı dönüp otelimize yaklaştıkça, yeniden kaosa, yıkıntıya, sefalete dönüyoruz. İki ayrı cadde arasında iki ayrı çağ, iki ayrı toplum, iki ayrı medeniyeti kat ediyoruz.
*

Sabah erkenden yola çıkmak üzere hazırlanıyoruz. Dışarıda Arap bir şoför bekliyor bizi. Ne o Kürtçe biliyor, ne içimizde Arapça bilen biri var. Mihmandarımız Raman’ın dediğine göre Reqa tarafında “küçük çaplı çatışmalar var”, o nedenle kısa olan yol kapalı, Dêrazor üzerinden gideceğiz, böylece olağan süreye iki saat daha ekleniyor, yani yaklaşık yedi buçuk saatlik bir yolumuz var.
Olsun... Ne de olsa henüz sabahın erken saatlerindeyiz, her halükarda öğlenden sonra Qamişlo’ya varabiliriz. Fakat her yolun bir “mazeret listesi” var, Reqa tarafından gitseydik başka, bu yolda başka mazeretler ezberleyip HTŞ kontrol noktalarında tekrarlamamız gerekiyor: Şam içerisinden başlayarak Palmira’ya kadar karşılaşacağımız Asayişe, “Palmira”ya gittiğimizi, Palmira sonrası Dêrazor kapısı, yani Fırat’ın üzerinde bir yıkık mezar gibi asılı duran köprüye kadar da Dêrazor’a gezmeye gittiğimizi söyleyecekmişiz. Peki, tamam, Arap şoförümüz bütün bu sorunları kendi başına halledebileceğinden emin. Adamda özgüven tavan yapmış durumda. Belki onun yerine bu savaştan sağ kurtulmayı başaran kişi biz olsaydık, biz de muhtemelen, “DAİŞ’in elinden kurtulmuşum, HTŞ polislerine yalan söylemek de ne ki, çocuk oyuncağı” diye düşünebilirdik.
Çıkıyoruz… Bu Şam, dünkü Şam’a rahmet okutur. Kurşun izlerini geçtim, yol boyunca koca binalar iskelete dönmüş. Maraş, Adıyaman, Hatay depremini gördüm, o cehennemde çalıştım, bu kadar büyük bir yıkım görmedim. Üst üste yığılmış beton bloklar, kimi binalarda sadece birkaç kolon öylece eğreti bir şekilde ayakta duruyor, onun dışında ne varsa gözle görebileceğin, ağaçlar, binalar, köprü, üstgeçit kuleleri, ayakta durması gereken ne varsa yere eğilmiş ya da tamamen yıkılmış durumda. Neyse ki Şam’ı çıkıp “Şam Kırsalı” dedikleri alandan Palmira Antik Kenti yolundan ilerledikçe hayat normale dönüyor gibi, çünkü yıkılması mümkün olan hemen hemen bir şey yok. Ne bir ağaç, ne bir bina, sadece kilometrelerce mesafelere aralıklı olarak kurulmuş kontrol noktaları ve buralarda, görevliler için yapıldığı anlaşılan, kimisi de belli bir yükseklikteki toprak yığınının arkasına gizlenmiş küçük kulübeler.

Şam’dan belli bir süre uzaklaştıktan sonra, küçük bir yerleşim yerinde, derme çatma bir kulübenin önünde duruyoruz. “Cofi?” diye sesleniyor şoför baş parmağıyla işaret parmağını birleştirip çaya atılı şekeri karıştırıyormuş gibi yaparak, seviniyoruz, birer acı kahvemizi aldıktan sonra yola devam ediyoruz. Sêytareler sêytareleri izliyor, arada bir arka bagajı açmasını istiyor polisler, açıyor, yola devam… Şoförümüz, yol boyu whatsapp konuşmaları, sesli mesajları ve yazışmalarından fırsat bulursa instagramdan video izliyor. Paradoksal gibi görünse de, ondaki bu rahatlık, bize de müthiş bir özgüven veriyor. Belli ki endişe edilecek bir durum yok, her şey yolunda, buradaki üslup bu…
Palmira Antik Kenti’ne vardığımızda, gelip yanımızda duran araçlardan anlıyoruz ki üç araba dolusu festival misafirleriyle birlikte konvoy halinde seyahat ediyoruz. Palmira Kenti, bu kadim yerleşke, bu sanat harikası, UNESCO tarafından 1980 yılında dünya mirası listesine alınan bu şehir çok büyük oranda harap durumda, DAİŞ tarafından nasıl yıkıldığını, o mezarların, ahitlerin, tonozların, kemerlerin, o şaheser mimarinin balyozlarla nasıl parçalandığını o zaman dehşet içinde izlediğim videolardan hatırlıyorum. Şimdi bir viraneye benzese de, bu kentin, ne kadim bir medeniyet değeri taşıdığını her bir kalıntıdan anlıyorsunuz, her bir kayanın nasıl bir mabet tasarımıyla şekillendirildiğini tahmin edebiliyorsunuz. Üzengisinden tuttuğu devesiyle kentin meydanına giren bir yerli ve kolunda renk renk taş kolyeler satan genç bir çocuk dışında ne bir insan, ne bir düzen var burada, her şey kaderine terk edilmiş durumda.
*
Bu yolun en olağanüstü fotoğrafı Dêrazor kenti. Dêrazor’a daha girerken, buranın ne Şam’a ne Palmira’ya benzer bir tarafı olmadığını sezinleyebiliyorsunuz. Yıkıntıdan bahsetmek bıktırıcı olacaktır, bu kent bir direniş, yarı yarıya diz üstü durabilen bu şehir bir sağlam irade nişanesi. Bir bina yerli yerindeyse yanındaki diğer bina onun siperi olarak kullanılmış ve bir iskelet. Bu kentin son merhalesi bir nehir. Fırat Nehri... Fırat, adeta bu ülkeyi dini bağnazlık ve demokrasi değerleri halinde ikiye ayırmış bir nehir. Bir memesinden yaşam, diğerinden ölüm içirmiş bir anne…
Nehir’e doğru giden yolun son kontrol noktasında kimseyi bekletmiyorlar. Belki de artık kontrol edilecek bir şey kalmadığını düşünüyor olmalılar. Kocaman yarı plastik borular üzerine yerleştirilmiş kalas benzeri bir yapı elemanıyla derme çatma bir köprüden karşıya geçiyoruz. Henüz köprüden çıkmamışken, fakat HTŞ kontrolündeki bölgeden çıkışımız kesinleştiğinde misafir karşılama sorumlusu Raman’ın şoförü aradığını öğreniyoruz, ses açılıyor ve sesi mikrofona vererek “Hûn bi xêr hatin Kurdistanê” (Kürdistan’a hoş geldiniz) diye sesleniyor. Artık Kürdistan’dayız. Özgür topraklardayız artık.
Yarın: “Rojava’da Bir Gün”