Moral yaralarımıza iyi geldi...
Dosya Haberleri —
Ergin Aktaş ve Serdal Yıldırım
- Her günümüz fedakarlıklarla dolu anılarla geçti. Açlık grevimiz normal koşullarda olmadı, öyle ki bir limonu kesip, şerbet yapabilecek durumda bile değildik. Felçli arkadaşlarımızın kasları erimiş, bedenlerinde yatak yaraları oluşmuştu. Ama o pis kokulu dar hücrelerden çıkmış ve artık birbirimizin yaralarını sarma imkanımız da vardı. Moral, sağlığımıza da iyi geldi...
- Menemen’de ırkçı saldırıların birçok türünü görüp yaşadık ama maçolukla aynı kaynaktan beslenen bu ırkçı/faşist zihniyetin hasta kadın tutsaklara daha ağır ve pervasızca saldırdığına da şahit olduk. Menemen'den önce zindanlardaki kadın yoldaşların durumunu yeterince anlayıp, hissedememenin derin üzüntüsünü hala yaşıyorum...
- Serdal ve Abdullah arkadaşların koğuşlarına girdiğimde kendisine 'insanım' diyebilen hiç kimsenin kabul edemeyeceği bir durumla karşılaştım. Abdullah arkadaşın sırtında birçok yatak yarası oluşmuştu. Belden aşağısı felçli olan Serdal arkadaş enfeksiyon kapmış ter içinde yatıyordu. Bizi içine düşürdükleri bu ruhsal, zihinsel ve bedensel ölüm ortamını dağıtacaktık…
GÜLCAN DERELİ
Ağır hastalıkları olan tutsakları bile açlık grevi yapmaya neden olacak koşulları varın siz düşünün. Sağlık sorunları olan siyasi tutsaklar, insanlık dışı koşullar ve uygulamalar nedeniyle defalarca açlık grevine girmek zorunda kaldı. Zaten yaralı olan bedenleri bu nedenle daha çok yara aldı. Elleri, ayakları olmayan, yatalak olan, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olan bu hasta tutsakları ayakta tutan şeyin ne olduğunu Ergin Aktaş'ın kaleminden okuyoruz. Aktaş'ın sürgün edildiği her yerde ve hücrede manzara benzer. Aktaş'ın sözleriyle söylersek "Bizim acılarımız ne kadar artarsa, onların mutluluğu da o kadar büyüyor." Böyle bir gaddarlığı ancak büyük insanlık iradesi, onuru, ahlakı ve bilinci yenebilir. Ve en zor koşullarda direnen daima en iyi direnendir. İşte Aktaş, bize bunun güncesini anlatıyor...
'Sürekli saldırı altındaydık'
"Açlık grevinde hiç kimse kendini düşünerek tek bir harekette dahi bulunmadı. Her günümüz fedakarlıklarla dolu anılarla geçti; bu örneklere de tek tek değinmek isterdim ama bu çok uzun bir liste olur. Açlık grevimiz normal koşullarda olmadı, öyle ki bir limonu kesip, şerbet yapabilecek durumda bile değildik. Sürekli saldırı altındaydık ve 'arkadaşlarımıza bir şey olacak' kaygısıyla geceleri uyuyamıyorduk… Sağlık durumlarımız ağırlaşmıştı, felçli arkadaşlarımızın kasları erimiş, bedenlerinde yatak yaraları oluşmuştu. Ama o pis kokulu dar hücrelerden çıkmış ve artık aynı koğuşta olduğumuz için birbirimizin yaralarını sarma imkanımız da vardı. Moral ve dayanışma sağlığımıza da iyi gelmişti, bir süre sonra kendimizi biraz toparlayabilmiştik.
'Kadın olmak...'
"Menemen’de ırkçı saldırılarının birçok türünü görüp yaşadık ama maçolukla aynı kaynaktan beslenen bu ırkçı/faşist zihniyetin hasta kadın tutsaklara daha ağır ve pervasızca saldırdığına da şahit olduk. Zindanda politik kadın tutsak olmak iki kez direnmeyi zorunlu kılıyor ve bugün zindanlarda kadın tutsaklar insan iradesini çok aşan bir direnişle çok daha fazlasını yapıyorlar. Menemen'den önce zindanlardaki kadın yoldaşların durumunu yeterince anlayıp, hissedememenin derin üzüntüsünü hala yaşıyorum. Bu arada en büyük dayanışma da içeride ve dışarıda olan kadınlardan aldık. Yani biz olanları anlayamamıştık ama kadınlar güçlü kavrama yetisine sahip bilinçleriyle ve pırıl pırıl derin duygularıyla bizi bizden daha iyi anlayıp hissetmişlerdi.
'Beni tek bıraktılar'
"Açlık grevinden sonra Menemen'deki durumumuz bir süre 'normal' seyrinde devam etti. Ama zaman ilerledikçe tekrar başa sarmaya başladılar ve aldığımız haklarımızın bir kısmını gasp etmeye başladılar. Aynı zaman diliminde 'tecridin kaldırılması ve saldırıların durdurulması' için Leyla Güven arkadaş açlık grevindeydi ve bu grev yavaş yavaş diğer cezaevlerine yayılıyordu. Buna destek olmayı insani görev olarak görüp az da olsa bir katkı sağlamak için 'dönüşümle açlık grevi'ne girdik. Zaman ilerledikçe zindanlardaki arkadaşlarımızın yaşamlarını yitirdiklerine dair haberler çıktı gazetelerde. Gazeteler derken 'Evrensel' ve 'BirGün' gazetelerini kastediyorum. Bunun üzerine ben de 'süresiz açlık grevi'ne başladım. Birkaç gün sonra idare saldırı gruplarıyla tutulduğum koğuşa baskın düzenleyerek yanımdaki arkadaşları alıp beni tek bıraktı. Bu saldırılardan sonra diğer arkadaşlar da 'süresiz açlık grevi'ne başladılar. Her geçen gün saldırılarını daha da çoğalttılar.
'Cemal'den ses alamadım'
"Bu saldırıların sonlandırılması için Cemal Aslan arkadaş koğuşunda kimsenin olmadığı bir anda kendini asma eylemi gerçekleştirdi. Arkadaşın boğazındaki ip bir süre sonra kopuyor, arkadaş hareketsiz olarak yerde yatıyor. Bulunduğum koğuşun penceresinden Cemal arkadaşa seslendim, cevap alamayınca nöbetçi gardiyana 'Cemal arkadaştan ses alamadığımı' belirttim. Gardiyan, Cemal arkadaşın koğuşuna baktıktan sonra tutulduğu koğuşun önünden geçerken 'arkadaş iyi mi' diye sordum. Gayet sakin bir şekilde 'iyi, bir şey yok' dedi. Cemal arkadaşın hastalığı 'kemik erimesi' idi. Çok zayıfladığı için bazen kısa süreli baygınlıklar geçirdiği oluyordu. Bu kez de böyle bir durum olduğunu sandım ama yine de uyandırmam gerekiyordu. Defalarca seslenmeme rağmen cevap alamadım, tam bu sırada arkadaşlarla gardiyanların bağrışlarını duydum mazgaldan, ne olduğunu sordum arkadaşlara 'bizim koğuşa gelmemizi engelliyorlar' dediler, hemen sonra ellerinde fotoğraf makinası olan gardiyanlar Cemal arkadaşın koğuşuna girdiler. Artık Cemal arkadaşa bir şeyler olduğunu anlamıştım.
'Mazgaldan sedyeyi gördüm'
"Koridordaki arkadaşlara seslenip, koğuşa gitmeleri gerektiğini belirttim. Gardiyanların engelini aşan arkadaşlar açık olan koğuşun kapısından içeri girer girmez bağrışlar, sloganlar birbirine karıştı. O esnada sağlıkçılar sedyeyle içeri girip Cemal arkadaşı koridora çıkardılar. Mazgaldan sedye üzerinde olan arkadaşı gördüm. Başı geriye doğru yatıktı, boynunda ipin yol açtığı kesik vardı; o anı anlatmak, tarif etmek imkansız gibi geliyor bana. Bu duyguyu Mehmet Aras'ın yaşamını yitirdiği haberini aldığımda yaşamıştım ama bu kez içimde 'Cemal arkadaşa bir şey olmayacak' hissi çok güçlü olarak duyumsuyordum. Çok geçmeden doktor koğuşa girip 'Cemal arkadaşınız yaşıyor' dedi. Doktor beni ikna etmek için birçok şey söyledi ama ben arkadaşı görmek istiyordum. Evet arkadaşımızı görmek istiyorduk ve bunu yapmak için her şeyi göze alabilirdik… Sabaha kadar durmadık… Sabah doktor tekrar gelip 'Cemal'i akşama doğru hastaneden taburcu edecekler, boynundaki kesi dışında durumu iyi' dedi. Zaman algımız yerle bir olduğu saatin ilerleyemediği o gün nihayet akşam oldu ve biz sedye ile getirilen Cemal arkadaşı görebildik…
'Buna 'intihar' denilebilir mi?'
"Demek Cemal arkadaştan ses alamayınca, koğuşa giden nöbetçi gardiyan Cemal arkadaşı boynunda iple yere düştüğü haliyle görmüş, o ipi çıkarmadan gidip durumu idareye bildirmiş, idare de yaklaşık yarım saat sonra sağlıkçıları göndermek yerine ellerinde fotoğraf makinası olan gardiyanları gönderdi. Arkadaşlarımız engellemeleri aşıp, koğuşa girer girmez, hemen ardından sağlıkçılar sedyeyle geldiler. Eğer Cemal arkadaşa o gün bir şey olsaydı tutanaklara 'intihar' olarak geçecekti… Bu arada Cemal arkadaşın boynundaki ipi bizim arkadaşlar kesip çıkarmışlardı. Bu olaylardan önce, en fazla zorla hastaneye götürülen arkadaş Cemal arkadaş idi. Hastane yolunda defalarca sözlü ve fiziki saldırılarla karşılaşmıştı. Cezaevinde kendisine ve arkadaşlarına yönelik o süreklileşen psikolojik ve fiziki saldırıları görüp, yaşıyordu. Şimdi buna 'intihar' denilebilir mi?
Gülizar Tuncer
'Yine sevgili Gülizar...'
"Devam eden günlerde saldırılarını devam ettirdiler ama ne yaptılarsa hiçbirimize geri adım attıramadılar ve sonunda birer hafta arayla hepimizi farklı cezaevlerine gönderdiler. Buna sürgün denmez herhalde!
Beni de Silivri 9 Nolu'ya götürdüler. Girişte zorluk çıkarmadılar ama beni 8 gün tek başıma bir hücrede tuttular. Ben oraya götürüldüğümde her zamanki gibi ilk beni görmeye gelen, elinde 'Teslim Olmayanlar Ölmez' kitabıyla o insan güzeli avukat Gülizar Tuncer oldu. Şimdiye kadar 9 defa sürgün edildim ve her defasında ilk ziyaretime gelen sevgili Gülizar olmuştur. 90'lardan bugüne değin devrimcilerin ve ezilenlerin sadece avukatlığını değil onlarla omuz omuza mücadele etmiş bu değerli yoldaşın emeğini anlatmaya kalkarsam bu röportajın hiç sonu gelmeyecek ama onu tanımayı önererek yüzü özgürlüğe dönük olanlara katkıda bulunmak istiyorum.
'30. günde ağzımdan kan geldi'
"Hemen sonra, yanımızda olan bizi en iyi anlayan ve hisseden değerli ÖHD avukatları geldiler. Bu güzel yürekli insanların ve benden haberdar olan cezaevindeki yoldaşların çabalarıyla 8 gün sonra arkadaşlarımın bulunduğu koğuşlardan birine alındım. Sağlık durumum daha ben Menemen'de iken kötüleşmişti. Menemen'de iyice yorulan ciğerlerim çok sık hasta olmama neden oluyorlardı. İlk olarak Menemen'de yanılmıyorsam açlık grevinin 30. gününde ağzımdan kan geldiğini gördüm. İlerleyen günlerde belli aralıklarla bu kanama devam etti. Arkadaşlarımın koğuşuna verildiğimde de bu kanama devam ediyordu. Bizim arkadaşlar hastaların açlık grevine girmesine izin vermezler ve bu konuda oldukça katıdırlar. Daha ilk gün açlık grevimi sonlandırdılar. Direnmenin hiçbir faydası olmadı, çünkü onlar benden daha inatçıydılar. Hemen sonra sigaramı da aldılar ve tam bir seferberlik haliyle bütün ihtiyaçlarımı karşıladılar. Ancak arkadaşlarımın çoğu açlık grevinde olduğu için hazırlanıp, önüme konan yemekleri yiyemiyordum. Bu durum 5 gün boyunca böyle devam etti. 5. gün açlık grevi bütün cezaevlerinde sonlandırılınca hastaneye götürüldüm. Orada yapılan tetkiklerden sonra tüberküloz (verem) olduğum söylendi ve tedavi başlatıldı.
'Yine sürgün...'
"Arkadaşlarım bana cezaevlerinde bulunması zor yiyecekler hazırladılar ve yıllardır ulaşamadığım bir bakım yaptılar. İlaçların da yardımıyla kısa bir sürede toparlandığımı görebiliyordum. Silivri'de ihtiyaçlarım önemli oranda karşılanıyordu ama oradaki koğuşlar üç kişilikti, haliyle arkadaşlar yoruluyordu. Yani benim sağlıklı arkadaşlarımın yanında kalmam çok daha iyi ama sağlıklı arkadaşların sayılarının biraz daha fazla olduğu yerler gerekiyor… Üç ay kadar Silivri 9 Nolu'da tutulduktan sonra Metris R Tipi'ne gönderildim. Menemen ile aynı mimariye sahip olan Metris R Tipi Cezaevi'ne getirildiğim ilk gün yine kötü bir hücreye konuldum. Bu kez hücrede yalnızca 3 gün tutuldum ve 3. günün sonunda Serdal Yıldırım ile Abdullah Turan arkadaşların tutulduğu bir koğuşa verildim. Buradaki koğuşlar yaklaşık 20 metre²'den oluşuyor. İçeride 3 ranza, 3 elbise dolabı 1 buzdolabı ve 2 tane de tekerlekli sandalye olan bu koğuşlar oldukça dar bir alana sahipler.
'Koğuş değil hücre'
"Mutfak tezgahının bulunmadığı bu koğuşta bulaşıklarımızı mecburen tuvalette yıkamak zorunda kalıyoruz. Özellikle tekerlekli sandalyede olan arkadaşlar bu koğuşlarda hareket etmekte sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Yine lavabo ve pencereler tekerlekli sandalyede olanların kullanabileceği şekillerde yapılmamışlar. Havalandırma saatlerimiz kısıtlı, hastane sevklerimiz büyük oranda gecikmeli olarak yapılıyor. Dergiler verilmiyor, gazetelerden sadece BirGün'ü alabiliyoruz. Aram Yayınların'dan çıkan hiçbir kitabı içeriye almıyorlar. Buradaki idarenin Menemen ile aralarındaki tek fark; burada fiziki saldırılarla henüz karşılaşmadık. Ailelerimizin ve arkadaşlarımızın yolladıkları kargoları bazen geri gönderiyorlar, alabildiklerimizi de çok geç alıyoruz. Tabii ki mümkün olmayan 'normal mektupları' hiç vermiyorlar. TM, ITM, APS, ve faks gibi iletileri ise eğer gönderici tarafından takip edilmezlerse ve bunlardan haberli değilsek ya hiç vermiyorlar ya da çok geç veriyorlar. Aile görüşlerinde sorun yaşatıyorlar. Aileleri görüş yerine geç alıyorlar, görüşçülerimizi bizimle tek tek görüştürüyorlar. Hijyen açısından şimdiye kadar gördüğüm en kötü durumda olanı bu cezaevidir. Bu cezaevi idaresinin gerçekten de hijyene dair sorunu var.
* * *
'Abdullah yaralar içinde'
"Şimdi durumun daha iyi anlaşılması için doğrudan yaşanmışlıklarımızdan bahsetmek istiyorum. Serdal ve Abdullah arkadaşların koğuşlarına ilk girdiğimde kendisine 'ben insanım' diyebilen hiç kimsenin kabul edemeyeceği bir durumla karşılaştım. Abdullah arkadaş boynundan aşağı bütün bedeni felçli olan bir arkadaş idi. Aylardır sırt üstü yatakta olduğu için sırtında birçok yatak yarası oluşmuştu. Belden aşağısı felçli olan Serdal arkadaş enfeksiyon kapmış ağır hasta haliyle ter içinde ve yüksek ateşle yatakta yatıyordu. Karşılaştığım bu durumu detaylandırmak istemiyorum… Ben de iyi değildim ama böyle bir ortamda asla uzun süre hayatta kalamazdık. Sözde haftada bir gün koğuşları gezen idare ve her sabah sayımlarda koğuşlara girip bu vaziyeti gördükleri halde içlerinden bir kişi bile kılını kıpırdatmıştı. Evet, bunlar Menemen'dekilerin aynılarıydılar ve gerçek anlamda birer vicdansızlardı.
'Bedensel ölüm ortamını dağıtacaktık'
"Arkadaşlarla uzun uzun sohbet ettik. Birbirimizi tanıdık, koğuşları ve idarenin genel tutumunu öğrendik ve neler yapabiliriz üzerine uzun bir taş tartışma yürüttük. Çok kararlıydık ve bizi içine düşürdükleri bu ruhsal, zihinsel ve bedensel ölüm ortamını dağıtacaktık… Sabah erken saatlerde kalkıp, kendimizi sistemin bütün kirinden arındırırdık. Serdal arkadaşla birbirimize kol-ayak olduk. Abdullah arkadaş stranlarıyla, marşlarıyla moral kaynağımız oldu. İyi bir okuma programı hazırladık ve olabildiğince zamanımızı verimli geçirmeye çalıştık.
Hastane sevklerimiz olmuyor, Abdullah arkadaşın fizik tedavisi hiç yapılmıyor, Serdar arkadaşı ise haftada bazen bir, bazen de iki kez çıkarıyorlardı. İdare hiçbir talebimizi karşılanmıyor, bize olabildiğince zorluk çıkarıyorlardı. En önemlisi ve bizi en çok zorlayan Abdullah arkadaşın ağır sağlık durumuydu.
'Avukatlarımızın fedakarlıkları...'
"Çok geçmeden fedakar ÖHD avukatlar yardımımıza koştular ve tabi Gülizar da gelmişti. Değerli avukatlarımız bir taraftan bırakılmamız için hukuki başvurularda bulunuyor, ilgili çevrelerle görüşüp, duyarlılık oluşturmaya çalışıyorlar. İdare ile diyalog kurup koşullarımızı iyileştirmeye gayret ediyorlardı; diğer bir taraftan da başka cezaevlerinde tutulan ve durumları çok da bizden farklı olmayan arkadaşlarımızla ilgileniyorlardı… Belli ki değerli avukatlarımızın bu çabaları iradenin hukuksuz, keyfi uygulamalarını kısıtlamıştı. Hem onların algılarında bir avukat ancak çok varsıl olanlar için uğraşırlardı; öyle ya her şey gibi 'savunma' da 'para' demekti… Akılları gözlerinde olan bu idare, daha yakın zamanda katilleri yakalamak için kırmızı bülten çıkarmayı talep eden mağdur ailelerine bağırarak 'siz kırmızı bültenin devlete maliyetinin ne kadar olduğunu biliyor musunuz' diyen 'avukatı' görmüşlerdi. Değerli avukatlarımızın fedakarlıkları idarenin algılarını zorladı, bu onlara olağan dışı görünmüş olacak ki, avukatlarımızın cezaevine girişlerini engellediler ve bu engelleme avukatların yoğun çabalarıyla ancak 40-50 gün sonra aşıldı. Bu uygulamayı Menemen idaresi bile yapmamıştı.
'Zor günler yaşıyorduk'
"Zaman ilerledikçe Abdullah arkadaşın sağlık durumu ağırlaşıyor, bazen günde iki kez acile gitmek durumunda kalıyordu. Abdullah arkadaşa ATK, 'cezaevinde kalamaz' raporu verdi ama savcı 'toplum güvenliği için tehlike oluşturur' gerekçesiyle bırakılmasını engelledi. Evet, sadece boynunu hareket ettirebilen Abdullah arkadaş 'tehlikeli' gözüküyordu. Zor günler yaşıyorduk. Her an bir şeyler olacak endişesi içindeydik. Serdal arkadaşla nöbetleşe başında bekliyorduk arkadaşın… Artık yemek de yiyemeyen ve sağlığı oldukça kötüleşen Abdullah arkadaşı, dışarıda oluşan kamuoyu desteği sayesinde bıraktılar. Bu bize mutluluğun zirve bir halini yaşattı. Onca değerli insanın emeği boşa gitmemiş ve kesin bir sonuç alınmıştı. İçinde tutulduğumuz koşullarda bu tahliyenin anlamı ve önemi çok büyüktü…
'Bir kez daha koparmak istediler'
"Abdullah arkadaşın tahliyesinden sonra idarenin bize karşı yönelimleri arttı. Bu kez niyetleri ben ile Serdal arkadaşı ayırmaktı. Kuşkusuz bunun bizim açımızdan nasıl sonuçlar doğuracağını iyi biliyorlardı ama bilmedikleri bir şey vardı ki, biz en kuytu karanlıkta, tek başımıza kalsak da boyun eğmezdik… Galiba onlar da bunu biliyorlar ve hiç değilse temelsiz nefretlerini pratize etmek, bunu uygulamada görmek arzusundaydılar. Bizim acılarımız ne kadar artarsa, onların mutluluğu da o kadar büyüyor. Evet, bizi ayırarak benim ellerimi, Serdal arkadaşın ayaklarını bir kez daha koparacaklardı…
Pazartesi: Birbirimizin kolu, bacağı ve gözleri olduk.