Merhaba canım,
Özlemle kucaklıyor, gözlerinden öpüyor, iyi olmanı diliyorum.
Komşu koğuştaki adlilerden biri kuşuna “babacık” demeyi öğretiyor sanırım sesi ta buraya kadar geliyor: “Babacık, babacık, babacık…..” uzunca bir süre böyle devam edip monoton bir ritme kavuştuğunda sıkılıp sesini daha da yükselterek “Babaaacııııaaakkk” diye bağıracak. Kuş motivasyonu nerden alıyorsa (varoluşundan alıyor sanırım özgür ve kendi varoluşundan) aylardır müthiş bir direniş sergiliyor. Bu direnişi selamlamadan merhaba demek doğru olmaz sanırım. Konuşmaya direnen kuşa selam olsun : )
Sanırım biz de benzer bir direnişi sergiliyor, varoluşumuza yakışır bir tutum koyuyor, özgür ruhumuzu diri tutmaya çalışıyoruz. Hiçbir şeyin nedensiz olmadığını düşünürsek, karşılaştığımız her şey doğamıza aykırı “Babacık” demeyi reddedişimizle ilgili. Bir kuşun duruşundan bile ilham alarak duruşunu anlamlandırabiliyor insan, işte direniş böyle bir şey.
Biliyorsun dört yılı aşkın bir süredir İzmir 3 nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumundayım. Bu süre zarfında hemen her sorunun çözümünü muhatabımızla paylaşımlarımız sonucunda talep ettik. Çeşitli zaman ve zeminlerde paylaşılan ama bir türlü çözülmeyen sorunlarımız var. Ancak hiçbir kurumun (Ne resmi kurumlar ne de sivil toplum kuruluşları) duyarlılık gösterip çözülmesi girişiminde bulunacağını düşünmüyoruz. Açıkçası bu paylaşımlarım biraz da dertleşmek olarak algılanabilir. Belki de bir gün çıktığımda ve neler yaşadığımızı hatırlamak için sana yazıyorum.
Tabii paylaşacağım sorunların tümü bulunduğum cezaevinden kaynaklanmıyor. Kimi Bakanlığın (merkezi), kimi kampüs ile ilgili (Açık cezaevi), kimisi ise kurum idaresinden kaynaklanan sıkıntılar. Hal böyle olunca kim çözecek ki.
Burada 30 arkadaşız, iki odada kalıyoruz. İdare normal uygulama diyor ama biz tecritte olduğumuzu biliyoruz. En iyisi başlık başlık gitmek;
- Ağır bir tecritteyiz:
- Aynı odada kaldığımız arkadaşların çoğunun ailesi Diyarbakır, Batman ve Mardin’ de ikamet ediyor. Sevk taleplerimiz şablon bir cevapla reddediliyor. Dolayısıyla 5275 sayılı Kanun ve Yönetmeliklerle her hafta ziyaret edilme hakkı tanınmış olsa da bu haktan yararlanmamız imkânsız hale getirilmiş, aile ve dış dünyadan tecrit edilmiş durumdayız.
Tecrit bir insan hakkı ihlali olmasına rağmen Bakanlık bu uygulamasında ısrar ediyor. Öyle ki ailelerimizle tek haberleşme aracımız on (10) dakikalık telefonla görüşme hakkıdır. O da bildiğin gibi çeşitli gerekçelerle (arıza, sistem çöküşü vb.) bir şekilde elimizden alınıyor.
Anayasanın 20. Maddesi ile güvence altına alınmış “özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının” ihlali uygulamanın doğal sonucu olmaktadır ki Bakanlık aile hayatım(ız)a saygı gösterilmesi talebimi(zi) dikkate almıyor.
BM Genel Kurulunun 9 Aralık 1988 tarihli ve 43/173 sayılı kararıyla kabul edilen “Herhangi Bir Şekilde Tutulan veya Hapsedilen Kişilerin Korunmasına İlişkin Prensipler Bütünü”nün 19. Maddesinde “Tutulan veya hapsedilen bir kimseye kanunda veya kanuna dayanan bir düzenlemede belirtilen aile üyeleri tarafından ziyaret edilebilme ve onlarla haberleşme gibi dış dünya ile iletişim kurulabilmesi için kendisine yeterli imkân verilir” hükmü T.C. Adalet Bakanlığı’nı da bağlamaktadır. Yine aynı prensipler bütünü 20. maddesi de “Tutulan veya hapsedilen kişi talep ettiği takdirde, mümkün olduğu ölçüde ikamet ettiği yere makul uzaklıktaki bir tutukevinde veya hapishanede tutulmalıdır” şeklindedir.
Benzer düzenlemeler içeren ve 2 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı da uygulanmamış, kurulan İnsan Hakları Eylem Planı Takip Kurulu da başvurulara cevap verememiş, resmen ölü taklidi yapmıştır. Sorun sadece bizim canımızı acıtmaya devam etmektedir.
- Kanunda yapılan değişikliklerle ziyaret süreleri bir buçuk saate çıkarıldı. Ancak bildiğin gibi, bize hala 45 dakikalık bir süre tanınmaktadır. Beni, bizi geçtim, bırakalım hukuku, adaleti, vicdani açıdan da bakılırsa ta Diyarbakır, Mardin veya Batman’dan 24 saat yolculukla gelen bir anneye 45 dakikalık (ki o da personelden kaynaklı gecikmeler bile-arama vs., bu süreden kesilmekte, ortalama 35-40 dakikaya düşmektedir.) görüşme süresi tanınması kabul edilebilir mi sence? Ve bu hiçbir devlet kurumunu, hiçbir sivil toplum kurumunun umurunda değil. Bir annenin çocuklarıyla 24 saatten daha uzun bir yolculuk sonrasında yeterli sürede görüşme yapmasını sağlama girişiminde bulunmayan bir insan hakları kurumunun insan haklarıyla ne ilgisi var?
Sürelerin arttırılması talebimiz herkese eşit dağıtıldığı için mümkün değil denilerek mahkumlar arası eşitlikten bahsediliyor. Oysa ailemizden uzak bir cezaevinde tutulmamız zaten bir eşitsizlik. Her hafta ziyaret edebilen, ailesi İzmir’de ikamet eden veya yakın bir ilde oturan hükümlü ile zorunlu nakille getirtilip burada tutulan bir hükümlü arasında nasıl bir eşitlikten söz edilebilir ki? Biri her hafta ziyaret edilebiliyorken diğeri ancak yılda bir kere (ya da ağırlıkla hiç) ziyaret edilebiliyor. (Haftalık ziyaret hakkını zaten sadece kâğıt üstünde bir hak olarak görmek gerekiyor.) Hatta ailesi İzmir’de ikamet eden adli tutuklu-hükümlünün herhangi bir nedenle kullanmadığı haftalık ziyaret hakkı, yarım saatlik görüntülü telefon şeklinde telafi ediliyorken ve böylece bir saatlik telefonla ailesiyle ve dış dünyayla iletişim kurabiliyorken, bizim yıl boyunca kullanamadığımız açık ve kapalı ziyaret haklarımız durduğu halde yılda bir veya iki defa çıktığımız ziyaret süreleri bile 5-10 dakika uzatılmasından imtina edilmektedir. Buna da eşitlik deniyor.
- Biliyorsun, ailelerimizle haftada 10 dakika (görüntüsüz) telefonla görüşebiliyoruz. Bu hak adlilere 30 dakika görüntülü telefon şeklinde uygulanmaktadır. Herhangi bir nedenle haftalık ziyarete çıkmamışlarsa bu hak ek 30 dakikalık görüntülü telefon şeklinde telafi edilmektedir. Ancak biz 10 dakikalık hakkımızı bile doğru düzgün kullanamıyor, sistem arızalarına takılabiliyoruz.
Sadece bu bile Anayasa, uluslararası sözleşmeler ve 5275 Sayılı kanunun 2. Maddesinde güvenceye alınmış “ayrımcılık yasağının” ihlalinin hangi düzeyde olduğunu gözler önüne sermeye yeterlidir bence.
- Tüm cezaevlerinde ortak etkinliklere (kurs, hobi, spor gibi) onar kişilik gruplar farklı odalardan derlenerek çıkarılır. Bulunduğum cezaevinde de bizim dışımızdaki tutuklu ve hükümlüler aynı şekilde ortak etkinliklere çıkarılmaktadır. Hatta komşu cezaevinde* bile bizim arkadaşlarımız ortak etkinliklere beraber çıkarken bu yönlü talebimiz uzun süre “pandemi” gerekçesiyle reddedildi, şimdi ise Adalet Bakanlığının bu konudaki engelleyici “yazısı” olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir. Bakanlığın iki odada tutulan bizlerin ortak bir etkinliğe çıkarılmamamız gerektiğini hangi yasa, hangi kanun, hangi yönetmelikteki hangi maddeye dayanarak kararlaştırdığını bilmiyoruz. 5275 sayılı yasa hükmü açıktır, 2. Madde de şu şekildedir:
“Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefi inanç, milli veya sosyal köken ve siyasi veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır.”
Bu maddeye bak ve sen ayrımcılığın düzeyini düşün.
- Koşullu salıverilmeler ya geri alınıyor veya geciktiriliyor.
Biz burada aynı davadan (farklı dosyalardan yargılansak bile) hüküm giymiş 30 arkadaşız. Bunlardan yarısından fazlasının sudan sebeplerle verilen hücre cezalarıyla koşullu salıverilme hakları geri alınmış (infazları yakılmış), geriye kalan arkadaşların da infazlarının yakılmasına karar verilmiş gibi görünüyor. İbretlik bir örnek vereyim:
Bir arkadaşımız (Niyazi Budak) okuduğu bir kitaptan (ki incelenmiş ve idare tarafından verilmiş bir kitaptır.) bir kartın arkasına alıntı yapmış (Jiyanewey Kurdistan, adlı 1940’larda İran’da kurulmuş bir örgütün yemin metninden bir bölüm) yapılan aramada karta “örgütsel doküman” olarak el konuldu. Soruşturma açıldı. Soruşturmaya karşı yapılan savunmada bunun idare tarafından sakıncalı görülmeyip verilen bir kitaptan yapılan bir alıntı olduğu, kitabın künyesi ve sayfa numarası ayrıntılı bir şekilde verilmesine rağmen bu dikkate alınmamış, söz konusu örgütün (Jiyanewey Kürdistan) Japonya tarafından “terör örgütü” ilan edildiği, dolayısıyla örgütsel doküman niteliğinde olduğu gerekçesiyle “11 gün hücre cezası” verildi. Acaba Japonya’da da böyle bir örnek var mıdır?
Yine arkadaşlarımıza 6 aylık değerlendirmelerde (Dönem Değerlendirmesi) “iyi halli” denilmesine rağmen tahliyeleri İdare Gözlem Kurulu kararıyla bir yıl ertelenmektedir. Bu hafta Şehmus Yüksel arkadaşımızın tahliyesi bu şekilde bir yıl uzatıldı. Biliyorsun, hukukta “geriye işlemezlik” ilkesi var. Yapılan aleyhte hiçbir düzenleme geriye işletilmez ama lehte ise uygulanır. Fakat bu cezaların (koşullu salıverilmelerin) ertelenmesi ve geciktirilmesi bu ilkeye rağmen yapılıyor. Bu konuda hiçbir Baro hiçbir şey yapmadı. (Avukatların tekil çabaları da sonucu değiştirmiyor zaten.) İnsan hakları dernekleri bir şey yapmadı. Odamızda kesintisiz 33 yıldır cezaevinde olan var (Mehmet Savur). Neyse, tarihe not düşüyoruz değil mi, bu da Baroların ve derneklerin duyarlılıklarının düzeyini tespit etmek olsun.
- Sağlık sorunları:
Her birimizin ayrı ayrı kronik hastalıkları olmasına rağmen tedavilerimiz için gerekli hassasiyetler gösterilmemektedir.
- Revire çıkmakta güçlük çektiğimiz zamanlar ağırlıklıdır. Dilekçe verdiğimiz halde çıkarılmadığımız için ya sorunu kapı nöbetçisi personel üzerinden çözmeye çalışıyoruz, ya başmemurluğa ulaşmaya çabalamak zorunda bırakılıyoruz. Bu arayış ve çabalar da çoğunlukla tartışmalara, rahatsızlıklara neden olabiliyor.
- Hastane randevularımıza çoğunlukla askerin arama adı altında yaptığı rencide edici uygulamalara itirazlarımız dolayısıyla ya iptal ediliyor ya da başka bir tarihe ertelenmek zorunda kalıyor.
Oysa askerin aramasına varıncaya kadar oda çıkışında aranıyor, ardından duyarlı kapıdan geçiyor, üst aramalarımız elle yapılıp ayrıca dedektörle aranıyoruz. Mont, hırka ve ayakkabılarımız X-ray cihazından geçiriliyor. Asker aramasında arkamızı dönmemiz isteniyor. İtiraz ettiğimizde “Bana diz vurmayacağını nerden bileyim” ya da omzundaki bayraklı armayı gösterip “Bunu önünde eğmem” gibi ilginç cevaplar alıyoruz. Oysa o bayraklı armasıyla her yere girip çıkıyorlar ve hiçbir zaman bayrak önümüzde eğildi gibi bakmamış, aklımıza bile gelmemiştir. Arama yaparken insan çömelir, eğilir. Bu işin doğası gereğidir. Ayrıca önünde eğilmekle, arkasında eğilmek arasında nasıl bir fark görüldüğünü de anlamıyorum. Böyle bir düşünce yapısının zaten sağlık sorunlarımızı önceleyeceğini düşünmek doğru da olmaz sanırım.
Aynı şekilde ayakkabılarımızı kendimiz aramamız isteniyor. Mantıksız. Oysa madem arama yapıyorsun ayakkabıyı da sen arayacaksın, değil mi?
Elbette tüm askerlere haksızlık yapacak değiliz. Sanırım karşılaştığımız bir veya iki ekip bunu yapıyor ki çoğunlukla uzmanlardır.
- İlaç tedarikçisi eczaneler yazılan ilaçlara her zaman muadil ilaç gönderiyor. Oysa bizlerin bazı muadil ilaçların farklı yardımcı maddelerine karşı alerjisi var.
- Kanunla hijyen için gerekli temizlik malzemesi ve su tedarik edilmesi konusunda açık hükümler olmasına rağmen temizlik malzemesi verilmemektedir. Kantinden kendi paramızla temin etmek zorunda bırakılıyoruz.
- Barınma ve Beslenme ile İlgili Sorunlar:
- Uzunca bir süredir yemekler nitelik ve nicelik açısından sorun haline gelmiş, aşırı yağlı, salçalı ve baharatlı çıkarılmaktadır. Bu konudaki taleplerimizi ciddiye alınmamakta, gıda mühendisleri tarafından düzenlendiği belirtilmektedir. Aynı şekilde ekmekler hamur çıkarılmaktadır (çoğu zaman) ve ayrıca aylardır baklagil yemekleri (nohut, fasulye, barbunya, mercimek) çiğ halde verilmekte pirinç ise adeta yarısına su değmemiş gibi. Düşünsene hemen hemen hiçbir yemek sade çıkmamakta, bulgur bile nane dolu. Artık hangi koku, hangi bozukluk örtülmeye çalışılıyorsa. Bütün bunlar adeta sindirim sistemimize açık bir saldırı şeklinde, sistemli olarak devam etmektedir.
- Hasta arkadaşlarımıza diyet yemek verilse de bunlar açık açık aç bırakılmakta, yemekleri hiçbir besleyici değer taşımamakta, arkadaşlarımız kantinden alınabilen gıdalarla beslenmektedir.
- Kurumun temin ettiği içme suyu aşırı kireçli. Her itirazımıza bir takım analiz raporlarıyla cevap verilip içilebilir olduğu belirtilmektedir. Ancak bir semaver suyun kaynadıktan sonra geride bıraktığı ak tortu, suyun aşırı kireçli bir su olduğunu göstermektedir. Bunun için de analiz raporları bize pek güvenilir gelmemektedir. Hazır su almak konusunda yeterli maddi imkana sahip olmadığımız için arıtma cihazı almak istedik. Birçok cezaevinde kullanıldığını biliyoruz ki ben Ödemiş’teyken odamıza alabilmiştik. Ancak arıtma cihazı alma talebimiz hiçbir gerekçe ortaya konulmadan reddediliyor. Güvenlik açısından da hiçbir sıkıntı yaratmıyor.
- Limit dolmadığı halde (kişi başı 200 lt) çeşitli zamanlarda su kesintileri, özellikle yaz aylarının en sıcak günlerinde yapılması, sistematik bir bezdirme çabası gibi görünüyor. Yazın soğuk suda böyle yapılıyor, kışın sıcak su…
- Hemen her gün karşılaştığımız elektrik kesilmeleri tahammül edilebilecek durumu aştı. Özellikle mesai saatlerinden sonrasına denk gelmesi ise ayrıca dikkat çekici.
- Havalandırma kapıları sabah hava aydınlandıktan iki saat sonra açılmakta, akşam da hava kararmadan en az iki-üç saat önce kapatılmaktadır, öyle ki kapı kapatıldığında güneş hala penceremize vurmaktadır. Oysa ilgili mevzuat “Sabah hava aydınlandığında açılır, hava karardığında kapatılır” şeklindedir. Konuya ilişkin Adalet Bakanlığına yazdığım 18.07.2023 tarihli dilekçeme İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı 21.07.2023 tarihli ve 2023/17601 sayılı cevabi yazısıyla (Bakanlık adına cevap verilmesi ve dilekçenin Bakanlığa gönderilmemesinde bile sakınca görülmüyor) “gün aydınlanmaya başladığı saatlerde açıldığı, karanlığın çökmeye başlamasıyla kapatıldığı” tespitinde bulunup hukuka aykırı bir durum olmadığını ifade etmiştir.
Dört yıldır bulunduğum bu cezaevinde tek bir gün bile böyle olmadığı, havalandırma kapılarının geç açılıp, erken kapatıldığı kamera kayıtları incelendiğinde anlaşılacaktır. Tersine, sorunu paylaştığımız ilgililer “Zaten sizin havalandırmaya çıkma hakkınız 1,5 saat” diyerek adeta şükretmemiz gerekiyormuş gibi bir çözüm dayattı.
- 5275 sayılı kanunun 63. Maddesi 2. Fıkrası “Her hükümlüye yöresel iklimlere uygun tek tip yatak ve yeterli sayıda yatak takımı verilir” şeklindedir. Kuruma kabul esnasında verilen yatak takımı dışında yatak takımı ihtiyacımız karşılanmamakta, çok ısrarcı olmamız durumunda her odaya ikişer takım verilmek suretiyle, ihtiyacımız karşılandığı ifade edilmektedir. Her odaya verilen ikişer takımı paylaştığımız halde herkese bir parça düşmüyor.
Bu ihtiyacımız karşılanmak üzere ailelerimizden istediğimiz takımlar da “yasak” denilerek yıllardır kurumun emanet eşya deposunda tutulmaktadır. Hatta “madem vermiyorsunuz ailelerimizin gönderdiklerini de almıyorsunuz, dış kantin üzerinden paramızla kumaş alalım, terzi ücretini de verelim dikip versin” dedik, yine kabul edilmedi.
- Burada yaklaşık bir yıldır iç çamaşır, çorap, havlu ve terlik idare ve gözlem kurulu kararıyla dışarıdan almak (ailelerin gönderdiği ya da getirdiği) yasaklandı. Makul bir gerekçe sunulmuyor. Ama uyarıcı maddelerin içeri sokulmasını engellemek gibi bir maddi dayanağı olmayan sebepler gösterilmektedir. Sanırım bu tür eşyalar içeri geldiğinde nasıl bir yol izlediklerini, ne gibi tedbirlerle karşılaştıklarını anlatmam lazım. Dışarıdan gönderilen kargoyu PTT kapalı almıyor. PTT personeli nezaretinde paketleme işlemi yapılıyor bildiğimiz kadarıyla. PTT şubeleri arasında nasıl işlemlerden geçiyor bilmiyoruz ama bulunduğumuz adreste narkotik köpeğine koklatıldıktan sonra, kuruma kabulünden önce X-Ray cihazlarından geçirilmektedir, belirlenmiş günlerde infaz koruma memurlarınca dış güvenlik personeli nezaretinde kargo paketi açılıp çıkan eşyaların elle araması yapılmakta, ardından tekrar X-Ray cihazından geçirilmekte, koğuşa alınmadan önce de eşyalar tekrardan, bu sefer kapı nöbetçisi tarafından aranmaktadır. Tüm bu güvenlik önlemlerine rağmen hala “güvenlik” endişesiyle bizleri mağdur edecek karar alınması demek bizleri mağdur etmek dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kaldı ki yüz metre karşıdaki komşu cezaevinde hatta hiçbir cezaevinde böyle bir sorun yokken bulunduğumuz kurumun neden bu derin endişeleri yaşadığına anlam veremiyoruz.
İşte bu şekilde kantine mahkûm ediliyoruz. Kantinde ya kullanışlı olmayan ürünlere (rengi, bedeni, kalitesini hiç saymıyoruz bile çünkü bu konularda takdir yetkisi sadece ve sadece kantinle ilgilenen memura, o da yanında çalıştırdığı mahkumların keyfine bırakılmıştır.) mahkûm ediliyoruz. Listeler üzerinden sipariş verebiliyoruz. Beğenmediğimiz ürünleri almaktan vazgeçme şansımız olmuyor. Liste üzerinden sipariş yapmanın bu türden sıkıntıları olabiliyor. Ancak çoğunlukla talep ettiğimiz ürünler aylarca “kantinde yok” gerekçesiyle karşılanmıyor. Bu satırları yazdığım günden bir hafta öncesine kadar da kantinde slip iç çamaşırı ve kullanışlı terlik olmadığı için siparişler karşılanmıyordu.
- Günlük yaşamda karşılaştığımız çeşitli sorunlar:
- Ortak tanıdığımız bir kişiyle aynı zarfla mektup gönderemiyoruz. Mesela Özgür de sana yazmak istese sanan gönderdiğim bu mektuba yazdığını koyamayacak ayrıca göndermek zorunda kalacak.
- Bize gönderilmiş mektup zarflarının üstündeki pullar teker teker yırtılıp alındıktan sonra veriliyor. Defalarca bilgi edinme hakkı kapsamında bunun hangi amaçla ve hangi kanuna dayanarak yapıldığını öğrenmek istediğimi bildirecek dilekçeler yazsam da dilekçelerime cevap verilmedi. Oysa uygulama haberleşme hakkımıza negatif bir müdahale anlamına geliyor. Uygulama hala devam etmektedir.
- Avukatla görüş yaptığımız odalar pandemi sürecinde teması engellemek amacıyla araya şeffaf plastik bir panel konulmuştu. Pandemi süreciyle ilgili bir uygulamaydı. Ancak kalıcı hale getirildi, kaldırılmasını talep ettik, reddedildi.
İşin tuhaf yanı ise bundan rahatsız olması gereken avukatlarımızın bunu kanıksamış olmasıdır. Her geldiklerinde çıkar çıkmaz bunun için Baroya başvuracaklarını söyleseler de söz konusu başvuru yapılmıyor. Ben görmedim ama avukat görüşüne çıkan arkadaşlarımız avukatın oturduğu tarafa vantilatör konulduğunu ve daha önce araya konulmuş şeffaf plastiğin tavana kadar yükseltildiğini ama bizim oturduğumuz tarafın havasız ve sıcaktan oturulamayacak durumda olduğunu söylüyorlar. Üzülerek görüyoruz ki hak savunucularımıza kendi konforları yetiyor. İdarenin uygulamasıyla, aynı uygulamaya ortak olduklarını da baroya hiç yazıyorlar mı bilmiyoruz tabii. Belki de bizden iğrendiklerinden tokalaşmayı engelleten plastik (teması engelleyen) işlerine geliyordur. Keşke baronun da bu konudaki fikrini öğrenme imkânımız olsaydı.
- Kurum içinde çeşitli konularda anonslar yapılmakta koğuşta bulunan hoparlörlerden hükümlü ve tutuklulara hitap ediliyor. Ancak bu anonslar çok yüksek bir desibelden yapıldığı için duyurular bir işkence haline gelmiş durumda, öyle ki anons başladığında çoğumuz kulaklarımızı kapatmak zorunda kalıyoruz. Durumu ilgililerle paylaşsak da uygulamanın bu şekilde süreceği, anonsların duyulmadığı yönünde şikayetler olabileceği söyleniyor. Eğer amaç işkence değilse anonsların sesi birkaç desibel düşürülmek durumundadır. Ama bizi kim düşünecek ki?
- Dışarıdan gönderilen hiçbir kırtasiye malzemesi kabul edilmiyor. Kantinde satılan kırtasiye malzemeleri de tek tip ve tek tür şeklindedir. Talep ettiğimiz ve iç kantinden bulunmayan ürünlerin dış kantin aracılığı ile temin edilmesine izin verilmiyor.
Kantinde 0,5 ve 0,3 uçlu hiçbir kalem türü satılmamaktadır. Siyah ve kırmızı kalemlerin kuruma girişi nedenini bilmediğimiz bir şekilde yasaklanmış, ki zaten kantinde de satışı yapılmamaktadır. Böyle olmasına rağmen bir ara bundan sonra Anayasa Mahkemesi başvurularının (büyük ihtimalle daha olmadı, olması için) siyah kalemle doldurulması anonsu yapıldı. İtirazlarımız ve kalem olmadığı (siyah kalem) için uygulamada ısrar edilmedi.
- Dışarıdan gönderilen posta pulu yasaklı. Hiçbir izahat da yapılmadı. Ailelerin gönderdiği posta pulunun kurumun veya devletin güvenliğini nasıl tehlikeye attığını hiç bilmiyoruz.
Yeri gelmişken kurumda uygulanan ve hiçbir mantıklı izahatı bulunmayan ve sadece görevlilere konfor alanı yaratan “yasaklardan” birkaçını sıralamak istiyorum. Şimdi okuduğunda bunlarsız da yaşanabileceğini söyleyeceksin. Haklısın. Zaten onlarsız olmadığı için değil anlamsız olduğunu düşündüğüm için yazıyorum.
- Kapüşon yasak. (Muhtemelen kurumun emanet eşya deposu kapüşon doludur. Çünkü kapüşonlu mont, yelek ve hırka geldiğinde bunları kapüşonu yasak olduğu için çıkarılıp mont, yelek ve hırkalar öyle verilmektedir. Kapüşonu sabit olanlar zaten verilmiyor.)
- Eldiven yasak.
- Yerel kıyafetler yasak.
- Para bandı ve her türlü bant ve yapıştırıcı yasak.
- Üzüm yasak
- Siyah ve kırmızı kalemler yasak.
- Ziyarete geldiğimizde getirdiğimiz su ve diğer içeceklerin markalarının görünmesi yasak.
- Ziyarette saat takmak yasak. (Yakında da saat bulunmaz, personellerin kolundaki saatin insafına kalmış ziyaret süremiz.)
- Avukat görüşünde saat takmak yasak.
- Hastane sevklerinde kemer, ayakkabı bağcığı ve saat takmak yasak. Çoğunlukla pantolonumuz düşmesin diye bir iple öndeki iki kemer kulpunu birbirine bağlıyoruz çocuk gibi. Ayakkabımızın bağcığını çıkarıp başımıza bela edeceğimize yaz kış, sandalet veya terlikle hastaneye gidiyoruz.
- Kalem açacağı yasak.
- Ortak tanıdığımız kişilere aynı zarfla mektup göndermek yasak.
- Çay fincanı ve kulplu çay bardağı yasak.
- Tek bıçaklı ve/veya Mac-3 denilen üç bıçaklı tıraş bıçakları yasak.
- Cımbız yasak.
- Kantinde satılanlar dışındaki her türlü kırtasiye malzemesi yasak.
Aslında daha eğlenceli yasaklarımız da var, hatırlayıp yazdığıma utanacağım için yazmıyorum.
Bir şeyi yasaklamanın istismar veya suistimal iddialarıyla açıklanamayacağı ortadadır ki her yasaklama aynı zamanda bir cezalandırma yöntemidir de. Bunun herkese uygulanması adil olmadığı gibi Anayasanın 38. Maddesi ile güvenceye alınmış “suçun şahsiliği” ilkesine de aykırıdır. Bir yasak ancak suistimal veya istismar edene uygulanır. Güvenlik adı altında gidilen tasarruf aynı zamanda güvenlik zaafının ilgililerce itirafı ve keyfi yasaklarla bir konfor alanına kavuşma çabası anlamına gelmektedir.
Örneğin bir kalemin işlevi bellidir. (kırmızı, siyah veya 0.5, 0.3 gibi kalemler.) Bu işlev dışındaki kullanımın tespiti durumunda amacı dışında kullanma girişiminde bulunanlara verilmemesi doğaldır. Ama toptan yasaklamanın yanlış olduğunu düşünüyorum.
- Aramalarla ilgili sorunlar:
Aramalarla ilgili sorunlarımızı paylaşmakta ve çözüm getirilmesini talep etmekte zorlanıyoruz. “Personelimiz yanlış yapmaz” ön kabulü ile yaklaşıldığı için ne karşılaştığımız arama biçimlerini anlatmamıza izin veriliyor ne de sizlerin paylaştığı ziyaret girişinde karşılaştığınız sıkıntıları ifade edebiliyoruz. Bu şekilde sorunlu uygulamalar kalıcı hale getiriliyor.
- Ziyaretçiler zaman zaman karşılaştığı arama biçimlerine dair rahatsızlıklarını paylaştığında, ilgililere çözülmesi için paylaşımda bulunuyoruz. Fakat hiçbir zaman personelin yanlış yaptığı kabul edilmemiştir. Bu ziyaretler 80 yaşındaki bir anneyi (üstelik 30 yıldır ziyaretlere gelmesine rağmen hiçbir zaman karşılaşmadığı biçimdedir) çoraplarını çıkartmak zorunda bırakmanın nasıl bir izahı olabilir biz bilmiyoruz açıkçası.
- Hüküm giydiğimiz için bazı haklarımızın elimizden alındığını biliyoruz. Ancak temel haklarımızın hiçbiri alınmamıştır ve hakkımızda açıklanan hükümlerde de temel haklardan yararlanmayacağımız belirtilmemiştir. Anayasanın 20. Maddesindeki “Herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir” hükmü, elimizden alınmamış haklardan biridir. Fakat bu hakkımıza saygı gösterilmemekte, her aramada aile albümlerimize bakılmakta, tek tek fotoğraflarımıza bakılmakta, günlüklerimiz, ajandalarımız alınıp götürülmekte, okunmuş olan mektuplarımız yetkili olmayan personellerce okunmaya çalışılmaktadır.
Oysa kuruma kabulüm sırasında bütün eşyalarım aranmış ve bütün fotoğraflarım, el yazısı notlarım, ajanda, defter ve günlüklerim incelenmek üzere ilgili birimlere gönderilmiş, incelemeler yapıldıktan bir süre sonra da sakıncalı bulunmayıp tarafıma verilmiştir. Bu cezaevinde olmanın doğal sonucudur, beni rahatsız etse de hiçbir zaman itiraz etmedim.
Dışarıdan bana gelen mektup, fotoğraf, yazılı materyal, kitap gibi her şey ilgili birimlerce incelenmekte ve benim de dışarı göndermek istediğim mektup, defter, fotoğraf ve yazılar da aynı işlemden geçtikten sonra sakıncalı bulunmamışsa gönderilmektedir. Bu da kanun ve diğer yönetmelik gereği yapılan bir işlemdir ve bir hak ihlaline yol açtığı kanaatinde değilim.
Ancak her aramada aile fotoğraflarımıza neredeyse tek tek bakılması, günlüklerin okunmaya çalışılması, her aramada defterlerimizin karıştırılıp alınması ve tekrar aylar sonra geri verilmesi bir tür işkence amacıyla yapılmıyorsa Anayasanın 20. Maddesiyle güvence altına alınmış özel ve aile hayatına saygı isteme hakkımızın ihlal edilmesi anlamına gelmektedir. Bu beni rahatsız etmektedir ve büyük ihtimalle bunları yazmakla zayıf noktamı yakalamış gibi davranıp, daha da rahatsız etmek isteyeceklerdir. Oysa şimdiye kadar hemen hemen her yıl iki-üç defa günlüklerim ve ajandalarım alınmış, sonra tekrar geri verilmiş.
- Dışarıdan gönderdiğiniz Kürtçe kitaplar inceleme adı altında aylarca tutulmaktadır. Çoğunlukla geç de olsa verilmektedir fakat Kürtçe, potansiyel suç dili olarak görüldüğü için bir kelime ile bile yasaklama yoluna gidilmektedir.
Kurum bünyesinde çalışan ve iyi derecede Kürtçe bilen personel olduğu halde Google üzerinden tercüme yoluna gidilmekte ve bu yüzden de zaman zaman yanlış ve eksik çeviri, kitaplara tereddütle yaklaşılması sonucunu doğurmaktadır.
- Kaybolan veya cevaplanmayan dilekçeler:
Daha önce kurum dışına gönderdiğimiz dilekçeler kaybolduğu için şikayetlerin giderilmesi amacıyla bir formül geliştirildi. Sonuç da alındı. Ancak devletin resmî kurumlarına yazdığımız dilekçelerimize, savcılık talep veya şikayetlerimize karşılık “hukuka ve yasaya aykırı bir durum olmadığı, dilekçe sahibi hükümlüye bilgi verilmesi” şeklinde cevap verip, resmen dilekçelere blokaj koyuyor. Oysa savcılığın bir üst kuruma yapılan dilekçeye cevap vermesi, işlem yapması veya engelleme hakkı yoktur. Bana verilen cevaplarla iddiamı kanıtlayabilirim.
Yine kurum içi dilekçelerimiz çoğunlukla ya cevaplanmıyor ya da takibini yapmaya çalıştığımızda ilgili birim dilekçenin kendilerine ulaşmadığını söylüyor ve birçok dilekçeyi güncellemek durumunda kalıyoruz.
Canım benim, farkındayım, çok uzattım ama sanırım biraz dertleşmeye ihtiyaç duydum.
Bu arada anne hep ne zaman yakın bir cezaevine geleceğimi soruyor ya, valla her yolu denedim. Her yere yazdım. Hatta kamu denetçiliği kuruma başvurunun “kısmen kabulüne” şeklinde karar da verdi ama nakil taleplerim her zaman reddediliyor. Siz bir şey yapabilir misiniz emin değilim. Ama yine de belki bir avukat üzeri bir itiraz yolu bulursunuz diye nakil talep dilekçelerimin tarihlerini yazıyorum. Pandemi sürecinde sevkler kapalı olduğu için yazamadım. Diğerlerinin tarihi şöyle: 04.04.2022 - 01.06.2022 - 02.06.2022 - 01.07.2022 - 01.08.2022 - 05.09.2022 - 01.10.2022 - 07.11.2022 - 04.01.2023 - 06.02.2023 - 09.03.2023 - 03.04.2023 - 01.08.2023
Hepsi de red edildi. Tüm şartları kabul etmeme rağmen…
Arada birkaç ay yazdığımda artık sıkıldığım için tarihleri yanıma not etmedim. Anne bir fotoğraf çekip göndermemi istemişti. Çektik. Ancak fotoğraflar bir ay sonra çıkıyor. Geldiğinde gönderirim. Posta ücretleri artık ateş pahası. Sanırım bu mektubum 60-70 tl’yi bulacak.
Özlemle kucaklıyor seni çok öpüyorum. Herkese selamlar. Zafere ayrıca çok selam söyle umarım durumu iyidir.
Görüşmek üzere…
Sevgilerimle
Erdoğan
Not: Biliyor musun canım, bu yaz sıcağında iki gündür soğuk su hiç verilmiyor. (içme suyu) Sadece sıcak su veriliyor. Ne içilebiliyor ne de serinlemek için kullanılabiliyor. Kime söylesek bu iki gün boyunca (12 ve 13 Ağustos günleri) sıkıntı genel deniliyor. Yarın ne olur bilmiyorum. Daha önce birkaç 5 lt’lik pet şişe suyu tedarik etmiştik. Onlar da bitti. Yarın da su gelmezse herhalde susuzluktan kırılacağız.
* Yaygın olarak Şakran Cezaevi diye bilinen Aliağa Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü bir hapishane kampüsüdür. Kampüs içerisinde irili ufaklı ve farklı konseptlerde hapishaneler mevcuttur. Burada “komşu cezaevi” ifadesi 1, 2 ve 4 şeklinde numaralandırılmış T tipi hapishanelerden birini kastetmektedir.