Doğa talanı: Kapitalizmin aşırısı değil, normali
- Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, Ekoloji Birliği ile birlikte düzenledikleri “Türkiye’de Madenciliğin Politik Ekolojisi” sempozyumu ardından sorularımızı yanıtladı.
SERAP GÜNEŞ
“Mevsim normalleri” tamlamasının nostaljik bir dönemi imlediği günümüzde küresel ısınma kaynaklı olağan dışı iklim olayları yeni normalimiz. Bilim insanları, ekolojistler, ulusal, uluslararası kurumlar… Hepsi artık boşa geçirilecek bir tek saniyemiz bile olmadığını, fosil yakıtlardan acilen kurtulmamız ve doğaya kâr amaçlı müdahaleleri ya da ekoloji hareketinin merkezi kavramlarından biriyle ifade edersek “ekstraktivizm”i derhal terk etmemiz gerektiğini tekrarlıyor. Öyle bir sürece girdik ki, artık bir sonraki çevre felaketine kadar eski normallerimize geri dönüp durumun aciliyetini yok sayabildiğimiz atalete elverişli nisyan fasılalarımız bile yok. İklim felaketi, şimdi ve burada. Etkilerinden bir avuç ultra zengin hariç hiç kimse ve hiçbir co
u287 rafya muaf değil ama hayvanlar, bitkiler, okyanuslar, nehirler, ormanlar, kısacası kendimizi merkezi haline getirdiğimiz doğa, en ağır bedeli ödüyor. Emekçilerin kazmayı bırakması, fosil yakıtların oldukları yerde, toprağın altında bırakılması gerek. Bu ise, ekstraktivizmden vazgeçmek anlamına geliyor. Ekstraktivizm demek, en önce madencilik demek.
Ekoloji Birliği ile Polen Ekoloji’nin ortak organizasyonuyla 26-27 Haziran'da düzenlenen “Türkiye’de Madenciliğin Politik Ekolojisi” başlıklı çevrimiçi sempozyum, tam da bu bağlamda gerçekleşti. Yeni Özgür Politika olarak Polen Ekoloji’den Cemil Aksu ile sempozyumun amacını, Türkiye’de iç içe geçmiş yönetim ve ekonomi krizinin ekolojik krizle bağlantısını ve ekoloji mücadelesinin geleceğini konuştuk.
Sempozyumun düzenleyici bileşenlerini, katılımcılarını, sunum başlıklarını ve sempozyumun Türkiye’de “maden” çerçevesinde ekoloji mücadelelerini oturttuğu çerçeveyi kısaca anlatır mısınız?
Dünyadaki trende paralel olarak Türkiye’de de madencilik furyası yaşanıyor, uzun zamandır. Bu furya son yıllarda ivme kazandı. Madencilik kendi başına bir sektör değil, tıpkı inşaat sektörü gibi başka bir dizi sektörü de tetikliyor. Son 50 yıldaki madencilik üretim verilerine bakıldığında 200 yıllık kapitalizm tarihine kıyasla devasa artışlar olduğunu görüyoruz.
Tabii bugün hem Türkiye’de hem de dünyada ivmelenen madencilik faaliyetinin ise “yeşil enerjiye geçiş”, “ulaşım ve enerji altyapılarının dönüşümü” gibi gerekçeleri mevcut. Yani neoliberal dönüşümün bir kriz haline getirdiği küresel iklim değişikliğinin de içinde olduğu ekolojik yıkıma yine aynı neoliberal mantıkla sözde çözüm bulma arayışı. Ancak olan bitenin sermayeye yeni pazar bulmak ve ekolojik yıkımı bir fırsata çevirmekten başka bir şey olmadığı açık.
AKP ile özdeşleştirilen “mega-kentler”, “küresel kentler” yaratma politikası, dünyada neredeyse 50 yıldır var. Bu dalga Türkiye’de “kentsel dönüşüm projeleri”, duble yollar, 3. Köprü, 3. Havaalanı gibi projelerle AKP döneminde ivme kazandı. Kentsel dönüşüm sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin bütün kentlerinde işlenen ve ideolojik temelleri de olan bir mekan üretim yöntemi. Anadolu Kaplanı dedikleri ihracata dayalı üretim yapan artık belirli bir hacme ulaşmış sermayenin Kayseri, Denizli, Gaziantep, Eskişehir gibi kentlerde, tarımın geriletilerek kırsalda yaşayan nüfusun büyük kısmını ucuz emek gücü ordusu olarak toplamasını sağlayan politikalarla bütünlük arz eden bir süreç yaşandı. Madencilik furyası, bu dð 6nüşümün ihtiyaç duyduğu enerji ve ham maddelerin üretimi için kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.
Türkiye’deki ekoloji hareketinin ana damarı, işte bu dönüşüme karşı aslında emekçi köylülüğün direnişi olarak gelişti. 1990’lı yıllardaki Ovacık Altın Madeni’ne karşı gelişen Bergama köylülerinin direnişinden Artvin Cerattepe’deki, Kazdağları’ndaki, Fatsa’daki, Murat Dağı’ndaki, Munzur’daki, Mazı Dağı’ndaki mücadeleye kadar… Bu mücadelelerin öznesi, hem tarımdaki neoliberal politikalar neticesinde yıkıma uğrayan, yoksullaşan hem de yine aynı politikaların gereği olarak ortaya çıkan kalkınma hamlesinin ihtiyaçları doğrultusunda gelişen madencilik furyasının yaşam alanlarını yıkıma uğrattığı köylülerdir.
Elbette mücadele sadece emekçi köylülerle sınırlı değildi, öyle de kalmadı. Genel olarak dünyadaki ekolojik örselenmenin aldığı boyutlar, iklim krizi, susuzluk, kıtlık, göç gibi sorunların yarattığı yeni duyarlılıklar sayesinde gelişen politik ekoloji hareketleri, toplumun birçok kesiminin desteğini aldı. Bilim insanları, akademisyenler, gazeteciler, avukatlar, yeşil ve sol-sosyalist partilerin üyeleri, bu hareketlerde yer aldılar. Ekolojik tahribat yaratan projelerin yaygınlığına bağlı olarak neredeyse her yerde “yaşam alanlarını savunan” dernekler, platformlar kuruldu. Bunlar kendi aralarında da ağlar geliştirdi.
Aykut (Çoban) hocanın işaret ettiği gibi bu hareketler tekil/sorun odaklı olma eğilimi baskın bir halde geliştiler. Bu odaktan bakıldığında sorun, tasarlanan projenin yaratacağı zarardan ibaretmiş gibi görünür. Etkinlik kaynaklı (termik santral, çimento fabrikası, taş ocağı), tahribata bağlı (orman, kıyı, mera tahribi), kirliliğe dayalı (hava, su, toprak kirliliği), risk tanımlı (nükleer, GDO) olarak sorun saptanır. Ayrıca büyük oranda “kapıdaki düşmanı kovma” aciliyet hissiyle harekete geçilir. Büyük oranda da yerelle sınırlı ve yereldeki güç dengelerine bağlı ittifaklar kurulur.
Ama sonuçta karşı karşıya kaldığımız yıkım, bu sınırlı adımlarla aşılabilecek gibi değil. Karşımızda şu ya da bu şirket yok. Bir sistem var. “Cengiz defol” demek yetmiyor; çünkü Cengiz Holding’e yol veren, ona kol kanat geren, kolluk güçleri ile barikat kuran bir iktidar var. O iktidarın küresel emperyalist güçlerle kurduğu ilişkiler var. Neticede çok büyük mücadeleler sonucu Cengiz gidiyor, belki yüzü daha az kirlenmiş başkası geliyor. İktidar ve şirketler yenilgilerinden ders çıkararak geri dönüyor.
Hareketin çoklu öznelerinin sadece kendi yereliyle/alanıyla sınırlı kalan - diğer alanları da gören; direnişçi - destekçi; yerli - dışardan gelen; akademisyen - aktivist gibi ayrımlarla bölünmeler yaşadığı, “birlik” olmanın ortak politikalar kurmaktan çok “yan yana gelmek” olarak yaşandığı bir mücadele düzeyiyle karşımızdaki bu güçler düzenine karşı koymanın sınırlılıklarını görmek gerekiyor. Yeni ittifaklar, yeni mücadele stratejileri, yeni programlar geliştirmek kaçınılmaz oluyor.
Sempozyum fikri de böyle oluştu. Yaşanan yıkımın farklı görünümlerini bütünlüklü olarak ortaya koymamızı sağlayacak akademisyenleri; alanda, yerelde mücadele eden özneleri, madencilik sektörünün yıkıma uğrattığı işçilerin, emekçi köylülerin örgütlerinin katılımı ile bu yeni ittifaklar, stratejiler, ortaklıklar nasıl, hangi temelde, hangi söylemlerle kurulabilir sorularına yanıt aramak istedik. Bu açıdan da bir ilk adım oldu. Kuşkusuz birçok eksikliği vardı sempozyumun ama bir ilk adım olarak son derece nitelikli, amaca uygun tartışmaların yaşandığı bir sempozyum da oldu. Bu vesileyle bütün katılımcılara bir kez daha teşekkür ediyorum.
İlk günün forum bölümünde Mehmet Gürsan, ekstraktivizme yönelen bir ülkenin sanayileşme çabalarından feragat ettiğini söylemişti. Türkiye için de bu geçerli mi? Ekstraktivizm aslında sanayileşme açığını kapatmaya yaramıyor mu? Belki de ekstraktivizmi tanımlayarak ele almak gerek: Bu kavram kapitalizmin bir aşırılığını mı anlatıyor? Kapitalizmin doğayı metalaştırması/sermayeye dönüştürmesinde ekstraktivizm olmayan süreçler olmuş mu?
Günümüzde küresel ekstraktivizmin salt sanayileşmenin ötesinde finansal birikimle de ilişkili olduğunun altını çizmek gerekir. Güncel bir olgu ise pek çok ülkede ekstraktif faaliyetlerin yaygınlaşmasının entegre sanayinin gelişmesi pahasına yürümesi. Türkiye buna bir örnek. Ekstraktif faaliyetler, büyük oranda büyük inşaat, imar, altyapı projeleri gibi aslında tek seferlik bir sermaye döngüsü yaratan işlere enerji ve ham madde kaynağı sağlamaya yaradı. Ayrıca altın ve diğer nadir elementlerin meta fiyatlarındaki hareketlilik, spekülatif bir cazibe yarattı. Yani ektraktivizm eşittir “sanayileşme” veya “üretim perspektifinin yükselişi” gibi bir denklem yok. Bu, finans sermayesinin olağanüstü hegemonik pozisyonuyla ilgili tarihsel bir durum. Finansallaşma ya da rantiyecilik, üretimden tam anlamıyla kopuk değil, hatta onu kendi spekülatif rasyoneline bağımlı hale getiriyor.
Sorunuzun yanıtını 2008’deki küresel ekonomik krizin ardından Türkiye’ye benzer ekonomilere sahip ülkelerin izledikleri farklı yollara bakarak da bulabiliriz. 2008’den 2013’e kadar olan süreçteki küresel mali genişleme, Türkiye gibi üretimin devamlılığında dış finansmana bağlı ülkelere büyük mali kaynakların akmasını sağladı. Çin, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkeler bu kaynağı çeşitli sanayi hamleleriyle birleştirirken Türkiye, Brezilya gibi ülkeler ise inşaat ve enerjinin merkezinde durduğu tüketim odaklı bir yol izledi. Paramiliter çetelerin de rol aldığı Amazonların hızlanarak yok edilmesiyle Türkiye’deki iktidara yakın, sıçramalı büyüyen maden ve enerji şirketlerinin tüm coğrafyayı talana açması, bir tür ilksel birikim olarak gelişti ama bir yandan borsanın, spekülatif sermayenin, kısa yoldan vurgunculuğun da derinleştiği bir süreç oldu. Bu, kapitalizmin bir aşırılığı değil, normali. Elbette bu durum, Erdoğan ve Bolsonaro’nun karakterlerine de indirgenemez; zira Çin ve Rusya’da da, AB ve ABD’de de fosil yakıt çıkarma, yeni maden sahalarına yönelme ve küreselleşmenin tıkandığı noktada emperyalist rekabette kendine yeter hale gelme çabası, bu süreçte belirleyici oldu. 2008 krizi halen uzun bunalım olarak sürmekteyken koronavirüs salgını, beklenen yeni kriz dalgasını biraz öne çekti ve şimdi toparlanma evresinde ekstraktivizm yine önemli bir yer tutuyor.
Kapitalizmin doğayı metalaştırması/sermayeye dönüştürmesinde ekstraktivist olmayan süreçler olmuş mu sorusunun cevabı hayır. Çünkü ekstraktivizm, kapitalizmin doğuşuyla beraber gelişen bir olgu. Dünya kapitalist sisteminin oluşmasıyla beraber sömürgecilik ve yeni sömürgecilik biçimlerinin gelişimi ile süregelen bir durum.
Ekstraktivist bakış açısı, sorunların tümünün çözümünü daha fazla madencilik, daha fazla sömürü ve daha fazla tüketimde görür. Doğa kaynaktır ama emek de bu bütünü tamamlayan diğer bir kaynaktır. Ekstraktivizmin neoliberalizmle beraber küresel olarak yeni bir boyut aldığının altını çizmek lazım. Çünkü neoliberalizmle beraber o zamana kadar büyük oranda kamu eliyle planlı bir şekilde sürdürülen enerjiden kentlerin altyapı inşaatlarına kadar birçok “hizmet”, şirketlerin faaliyetine açıldı, özelleştirildi. Bu süreç tüm dünyada ekstraktif faaliyetler de dahil muazzam üretim artışlarına neden oldu. Yani sorunu tanımlamak için odaklanacağımız kavram ekstraktivizm değil, kapitalizmin farklı gelişim e vrelerindeki sermaye birikim modelleri, genişletilmiş yeniden üretim süreçleri ve özünde de sermayenin kendisi.
Sermayenin gelişimine bağlı olarak ekstraktif faaliyetler de değişiyor. Bugün de yeni bir dönüşüm yaşıyoruz. Örneğin Biden’ın iş başına gelmesiyle birlikte ABD’de yeniden ve daha öncesinde de AB’de “yeşil yeni düzen” “yeşil mutabakat” programları ile “yeşil ekstraktivizm”, yani “yeşil madencilik”, “yeşil kentler”, “yeşil silahlanma” gibi kavramlar tedavüle çıktı. Bunlarla beraber “yeşil tahviller”, “yeşil krediler” ile “yeşil finans”, hatta yakında “yeşil şirket”, “yeşil banka” gibi şeylerle karşılaşacağız.
Türkiye’de madenciliğe/ekstraktivizme bu agresif yönelişin altında tarımın uluslararası yeni iş bölümü ile bu topraklardan tasfiyesi de etkili ama ulusal sebepler de olmalı. En azından savaş ekonomisi, genişleme, Türkiye’nin Afrika’ya nüfuz etmesi de örneğin bu yayılmacı, savaşçı döngünün eseri. "Yayılma için ekstraktivizm, kaynak için yayılma" söz konusu olabilir mi? Altın konusunda ise, bu madenin Türkiye’nin daha bağımsız dış politika yürütme hevesiyle bağı var mı? Yoksa sırf örneğin Kanadalı şirketlere peşkeş çekme meselesi mi? Çünkü altın, İran ile alışverişlerde ABD yaptırımlarını aşmak için kullanılmıştı. Yani kısacası, madenciliğin geni 51 lemesinde silah sanayisi ve doğrudan yabancı yatırım ihtiyacı ne kadar belirleyici?
Türk burjuvazisinin ekstraktivizme agresif yönelişinde emperyalist iş bölümünün gereği olması kadar elbette kendi çıkarları da belirleyici. Yani Türk burjuvazisi ve devletini bir uydu sınır/devlet olarak görmek akıldışı olur. Türk burjuvazisi açısından Anadolu’daki tarımı tasfiye edip Afrika’dan, Latin Amerika’dan, dahası AB’den ithal etmek ya da bizzat arazi satın alıp, kiralayıp orada endüstriyel tarım yaparak üretmek daha kârlı geliyor artık ama bu yaklaşım sadece ticari bakımdan kârlı bir iş olmakla sınırlı değil. Emperyalist ülkelerin boşalttığı bazı alanları siyasi ve askeri olarak tutma stratejisi bir yandan.
Türk devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısıdır ve emperyalist bir devlet olma hayali ile yaşıyor. Bu bir hayal değil sadece, bir strateji. Türk burjuvazisinin bütün siyasi temsilcilerinin ortak stratejisi ve programı. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası” olmadı ama Türkiye belki bugün önemsiz sayılabilecek düzeyde sermaye ihracı yapıyor ve bunu belli gelecek planlarıyla yaptığını akılda tutmak gerekir. Türkiye’nin nükleer enerji projeleri de bu temelde geleceğe yatırım olarak görülüyor. AKP-MHP ve Ergenekon kliğinin ittifakı ile ABD-AB ve Rusya-Çin arasındaki gerilimlerden istifade ederek kendine alan yaratma, güç devşirme çabası da bu yönelimin ürünü.
Karabağ’a saldırı, Libya’ya asker gönderme, Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan stratejisi ile nüfuz alanı yaratma girişimleri, Serêkaniyê-İdlib-Efrîn işgalleri, Irak Kürdistanı’nda işgal üsleri yaratma çabaları… Türk burjuvazisi, bölgede dolaylı olarak sürdürdüğü sömürgeci pratiğini, emperyalist hiyerarşide basamak atlamak için bu alanlara doğru genişletme gayretinde. Elbette bunun için yeterli merkezileşmiş bir sermaye birikimi mevcut değil ve değindiğiniz gibi ekstraktivizm, bu sermaye birikimine kaynak olurken genişlenilecek alanları belirlemede kriter oluyor. Efrin’in zeytinleriyle Hewler’in petrolü; Hazar, Libya, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’in gazı ile İliç’in altını bu anlamda birleşiyor.
Bütün bu yönelimlerin yanında AKP’nin iktidarı boyunca küresel finans piyasasındaki genişleme politikaları sayesinde bulduğu dış kredilerle giriştiği inşaat, enerji gibi yatırımların arttırdığı dış borç, özelden devlet bankaları yoluyla devralınarak kamulaştırıldı. Yeni kredinin olmadığı durumda AKP ekonomisine can veren mega-projeler de tıkandı. Son mega-proje olan 3. Havaalanı ve Hasankeyf’i yok eden Ilısu Barajı, büyük oranda yerli bankaların ve hazinenin kredileri ile inşa edildi. Kanal İstanbul ve Yeni Şehir Projesine de anladığımız kadarıyla henüz dış kredi bulamadılar. Dolardaki tırmanış da hammadde ithalatını pahalılaştırdı. Suriye’de Rusya’nın desteğini alabilmek için -S400’dekine benzer şekilde-tükettiklerinden fazlasına anlaşılan doğalgazda Rusya’nın oyuncağı olma halinden çıkmak için içeride HES ve kömüre yükleniyorlar. Yani, ekstraktivizm belki başta bağımsız dış politikanın aracı yapılmak istendi ama emperyalist hayaller boşa çıkınca bu kez hem bağımlılığın derinleştiği hem de mecbur kalınan bir alana da dönüştü. 2013 sonrası küresel mâli daralmayla bir anlamda bu savaş politikalarını şiddetlendirmek, Türk burjuvazisi için çıkış yollarından biri oldu. İran ile ilişkiler ve silah sanayisinin belirleyiciliğine de bu arayışın içinden, bütünü tamamlayan parçalar olarak bakmak lazım.
Sonuçta madencilik furyasını tek bir olguya bağlamak doğru bir analiz olmaz. Kanadalı ya da Katarlı olması fark etmez, yabancı sermayeye satılan veya kiralanan her proje, döviz girdisi anlamına geliyor. Müflis iktidar için her türlü sermaye girişi önemli, nitekim kaynağını sormadan her türlü para transferine açık oldukları yönlü çağrı üstüne çağrı yapıyor. Açıkça kara para tüccarlarına çağrı yapıyor.
Orman değil maden!
TEMA Vakfı’nın madenciliğe dair geçtiğimiz yılın sonunda açıkladığı veriler, orman yangınları ile birlikte yeniden gündem oldu. Rapora göre kamuoyunun “orman” olarak bildiği arazilerin Muğla’da yüzde 59’u, Artvin’de yüzde 71’i, Ordu’da yüzde 74’ü ve Kaz Dağları yöresinde yüzde 79’u resmiyette “maden” olarak kayıtlı.
YARIN:
* Madencilik ile silah sanayisinin ilişkisi ve Türkiye’nin savaş teknolojisi yatırımları
* Mülteci sorunu, ‘çevre’deki proleterleşme, “AB’nin Çin’i” olarak Anadolu ve sosyalist mücadele
* Milliyetçilik ve savaşın doğa talanıyla ne ilgisi var?