JustPaste.it

dd1e7d55d979d7cdd6670fb1c6b195d4.png

 

Yeni-Kolonyal Müdahale ve İlhak Diplomasisi – III

 

  
Emil Nolde, Dört Maske, 1910

 

RÊNAS CÛDÎ

 

 

  • Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi, Türk devletinin Kuzey-Güney-Batı Kürdistan parçalarında zeminini askeri-istihbari örgütlenme üzerine inşa ettiği, Kuzey’de siyaseten Güney’de ekonomik olarak Batı’da ise diplomatik tekniklerle Kürdistan topraklarını kendi egemenliği altına alma girişimidir.

 

‘Türk dış politikası nereye gidiyor ve nasıl tanımlanabilir?’ sorularına 2015 yazında sona eren ‘çatışmasızlık süreci’nden bugüne henüz doyurucu cevaplar verilebilmiş değil. Birçok uluslararası ilişkiler uzmanına göre de kısa vadede bu sorulara cevap bulmak oldukça zor. Elbette bu sorulara bir köşe yazısında toptan cevap verilmesi beklenemez; fakat, en azından bu süreci en şiddetli şekilde yaşayan Kürdistan coğrafyasına odaklanarak çeşitli çıkarımlarda bulunabilmek oldukça değerlidir. Türk devletinin Ortadoğu, özellikle Kürdistan, coğrafyasında Nihal Atsız’a rahmet okutan pervasız ve saldırgan dış politika hamlelerini incelediğimiz zaman, olup-bitenin kısa vadeli amaçlarla yapıldığını ve geçici bir karaktere sahip olduğunu söylemek çok mümkün gözükmüyor. Bu yüzden, Türk devletinin Kürdistan topraklarında yürüttüğü dış politikanın ortaya çıkardığı sarsıcı etkilerini anlamlandırabilmek için cevaplanması gereken bir soru var: Türk dış politikasının Kürdistan merkezli yapı-sökümü nasıl yapılabilir?

 

 

Türk dış politikasında arzu ve korku
Bu iddialı soruya bir cevap arayışı olarak sunulabilecek önerme şudur: Türk dış politikası, arzu ve korku arasında bir salınımın stratejiye dönüştürülme çabasıdır. Tarihsel kökenleri olan bu arzu ve korku ile kast edilen nedir? Tarihsel korku, özellikle geç-Osmanlı döneminden Türk devletinin kuruluşuna kadar olan zaman diliminde kaybedilen topraklara bir yenisinin daha ekleneceği ve ‘devletin bekasının’ onulmaz bir yara alacağı üzerine kuruludur. Tarihsel arzu ile kast edilen ise bugün de geçerli olan, Osmanlı İmparatorluğu döneminde sahip olunan fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Türk devletinin mahrum olduğu enerji ve su kaynaklarına erişim ve bunlara eşlik eden bölgesel güç olma idealidir. Ayrıca arzu ve korku arasındaki salınım mümkün mertebe iç-siyasetin de konusu yapılarak hem sürekli gündemde tutulmakta hem de iç ve dış politika arasında sıkı bir bağ kurulmaktadır. Fakat, her iki ‘tarihsel güdünün’ de pratik izdüşümlerinin kesiştiği bir nokta vardır: Kürdistan Meselesi. Tarihsel arzunun işaret ettiği ele geçirilmesi gereken topraklar Kürdistan’dadır ve tarihsel korkunun arkasındaki realite ise Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde devletleşmesidir. Bu yüzden, Türk dış politikasında üretilen söylemler bu tarihsel korku ve arzudan beslenirken kurulmaya çalışılan stratejiler Kürdistan meselesinin nasıl bir ‘fırsata’ çevrilebileceğine odaklanmaktadır. Peki, Türk devleti Kürdistan meselesini ne zaman ve nasıl bir strateji ölçeğinde fırsata dönüştürebilecektir?

 

Kapsamlı dış politika stratejisi ihtiyacı
Cumhuriyetin kuruluşundan soğuk savaşa kadar kabaca bir ‘haddini bilme’ dönemi olarak betimleyebileceğimiz zaman aralığında, tarihsel arzu ve korku yerli-yerinde duruyor olsa da bir denge siyaseti izlenerek kapsamlı bir dış politika stratejisine ihtiyaç duyulmamıştır. Fakat 1991 yılında Sovyet Birliği’nin çöküşü ve ardından Amerika’nın Ortadoğu’ya kalıcı olarak gelişi ile sonlanan çift-kutuplu dünya sistemi Türk devletinin kapsamlı bir dış politika stratejisine ihtiyaç duyduğu ilk noktadır. Benzer bir durum, Amerikan hegemonyası altındaki tek kutuplu dünya sisteminin İkiz Kuleler’in vurulması ile ilk sarsıntısını yaşaması ve ardından 2003’te Irak işgali esnasında ortaya çıkacaktır. Her iki kırılma noktalarında da Güney Kürdistan’ın tümden işgal edilip-edilmemesi Türk dış politikasının karar alıcıları arasında ciddi tartışmalara sebep olacak ve kapsamlı bir stratejiye duyulan ihtiyaç dikiş tutmayan Avrasyacı, Batıcı, İslamcı, Yeni-Osmanlıcı, Ulusalcı, Turancı gibi yaklaşımlarla giderilmeye çalışılacaktır. Yıllar sonra bu dönüm noktalarının iyi değerlendirilemediği konusunda yapılan tüm yakınmalar içinde özellikle ‘devlet adamı’ Cemil Çiçek’in 2019 yılında verdiği bir mülakatta 1991 sürecini yorumlama biçimi oldukça dikkat çekicidir: ‘Maalesef Türkiye o dönemde gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikledi. Yanlış iliklediği için de düzeltmekte zorlanıyoruz. O gün Irak’ın kuzeyindeki gelişmelerin aktörleri olanlar, bugün Kuzey Suriye’deki aynı aktörler.’ Bu cümlelerdeki serzenişi anlamak için uluslararası ilişkilerin çok-kutuplu bir sisteme geçişinin ilk işaretlerinden biri olan 2010 ‘Arap Baharı’ sürecinde Türk devletinin ‘geçmişten dersler çıkararak’ verdiği cevaplara odaklanmak gerekir.

 


Tarihsel fırsat olarak Arap Baharı
18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayıp tüm Ortadoğu’ya yayılan, bölgedeki devletler ve halklar açısından bir yeniden-oluşum süreci olarak görülen Arap Baharı, Türk devleti nazarında üçüncü ve ‘son dönüm noktası’ olarak kavranmaktadır. Öyle ki, Türk devleti Arap Baharı’nın hem teknik kapasite açısından hem de uluslararası koşullar açısından dış politikada tarihsel arzu ve korkunun fırsata çevrilebileceği en uygun zaman ve zemin olduğuna ‘iman’ etmiştir. Tabir-i caizse imanın ilk şartı olarak Skyes-Picot anlaşmasına referans vererek Ortadoğu’nun yapay sınırlarının değişmesi gerektiğini vurgulayan bir söylemi, ikinci şartı olarak da tarihsel arzu ve korkunun işaret ettiği topraklarda oluşacak güç boşluğunu değerlendirmeyi pratik haline getirmiştir. Mevcut devlet sınırlarını kabullenmeme ve bir tür yayılmacılık hevesi ile özetlenebilecek bu yaklaşımın izleri dönemin Türk dış politikası mimarı Ahmet Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ kitabı ve birçok makalesinde öne sürdüğü yeni-Osmanlıcılık vizyonunda görülebilir. Birçok dış politika uzmanın tutarsızlık ve hayalperestlik ile özdeşleştirdiği bu vizyon, Türk devletinin tarihsel arzularına ‘yumuşak güce’ dayalı bir teknik ile ulaşılabilmesi adına bir yol haritası olarak kullanılmıştır. Fakat 2015 sonrası Türk dış politikasını, bölgesel aktör olma ideali ve siyasal İslamcı gruplarla iş yapabilme kapasitesi ile her ne kadar yeni-Osmanlıcılıktan esintiler taşısa da, bu vizyon üzerinden çözümleyebilmek mümkün değildir. Bu bahsi netleştirmenin en doğru yolu, günümüzün Ortadoğu dengeleri açısından da oldukça hassas bir duruma işaret eden, Türk devletinin Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi olarak tanımlanabilecek yaklaşımını analiz edebilmekten geçmektedir.

 

 

Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi – I
Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi (BKS), Türk devletinin söylem düzeyinde varlığını kabul etmediği parçalara ayrılmış bir ülkeyi aslında birleşik bir yapı olarak nasıl ele aldığının göstergesidir. Stratejinin fikri altyapısına geçmeden önce tarihsel aşamaların altını çizmekte fayda var. Esasında bu strateji 1991 yılından itibaren Kürt partileri arasındaki çelişkilere ve parçalar arası askeri-istihbari koordinasyona odaklanarak Kuzey-Güney ekseninde denenmektedir. Fakat 2007 yılından itibaren, Erdoğan-Büyükanıt ve Erdoğan-Bush görüşmelerinin ertesinde, eski yöntemler korunsa da yumuşak gücü ön plana çıkaran bir strateji gündemde tutulmuştur. Bu stratejinin Kuzey-Güney-Batı ekseninde BKS’ye dönüşmesi ise Arap Baharının Suriye’ye yansıması ve Kürt halkının Batı Kürdistan’da kazanımlar elde etmesi ile olmuştur. Fakat, 2015 yılına kadar yumuşak güce dayalı metotların merkezde olduğu 2007 yaklaşımı esas alınmıştır. Yumuşak güç tasavvuru ile, ‘model ülke Türkiye’ söyleminin revaçta olduğu bir zaman aralığında, Güney’de ekonomik entegrasyon – Kuzey’de farklı zaman aralıklarında barış görüşmeleri – Batı’da Kürt örgütlerini Suriye muhalefeti altına toplama hamleleri eş zamanlı yürütülerek sınırları değiştirmeden Kürdistan parçalarını Türk devletine bağlı ‘uydular’ haline getirmek amaçlanmıştır. Örneğin, BKS açısından Barış Süreci’nin Türk devletinin tarihsel arzu ve korkusunun dönemsel koşullar ölçeğinde fırsata çevrilmesi dışında hiçbir anlamı yoktur. Başka bir deyişle Barış Süreci, Kuzey Kürdistan’da organize edilse de tüm parçaları da içine alacak şekilde, Türk devletinin tarihsel arzu ve korkusunu fırsata dönüştürmek istediği aralıkta Kürtlerin ‘güzellikle’ bu amacın parçası olmasını salık vermek anlamına gelmektedir. Yumuşak güç ile Kürtlerin özne olmaktan vazgeçip nesne –statüsüz tebaa– olarak kalmalarını dikte eden bu yaklaşımdan, Kürtlerin toptan yok edilmesini amaçlayan sert güce dayalı BKS’nin ikinci bölümüne nasıl geçilmiştir?

 

Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi – II
2015 yazından itibaren pratik ayakları örülmeye başlanan BKS’nin ikinci bölümünün neden devreye koyulduğu yine Türk devletinin birbirinin içine geçen tarihsel arzu ve korkusunun analizinde saklıdır. Yumuşak güce dayanarak tarihsel arzunun işaret ettiği toprakları kazanma ve bölgesel güç olma idealinin Ortadoğu coğrafyasında bulduğu karşılık negatiftir: Osmanlı medeniyetinin tarihsel miras söylemi ile müttefikler edinme çabasının kabul görmeyişi, İsrail karşıtlığı üzerinden temellendirilen siyasal İslamcılığın Ortadoğu’yu yönetebilme gücünün olmayışı, IŞİD ve El-Kaide türevi grupları savaştırarak ‘elini kirletmeden’ cephe kazanma ihtimalinin imkansızlığı. Türk devletinin yumuşak güç üzerinden tarihsel korkunun fırsata dönüştürülemeyeceğine inandığı olay ise 6 Ekim 2014 tarihli Kobanê Serhildanı’dır. Kobanê Serhildanı sadece bir şehrin ve parçanın değil tüm Kürdistan topraklarının ve Kürt diasporasının eş-zamanlı olarak Türk devletine karşı organize olabilmesine ve Kürt ulusal bilincinin tabandan yükselen bir ses olarak ortaya çıkışına işaret eder. Aynı zamanda, Kürtlüğün Türk devletinin çıkarlarına hizmet etmesi gerektiğini salık veren BKS’ye bir cevap niteliği taşımaktadır. Türk devleti Kürt halkının verdiği cevabı uluslararası sistem ölçeğinde yeniden değerlendirerek, 30 Ekim 2014 tarihli MGK toplantısında daha önceden hazırlanan ‘Çökertme Planını’ devreye koyarak bir örgüte değil bir bütün olarak Kürt halkına ‘diz çöktürme’ amacı taşıyan sert güce dayalı BKS’ye başlamıştır. Bu aşamada gözden kaçırılmaması gereken nokta, Arap Baharı ile birlikte yola koyulan BKS hata vermesine rağmen Türk devleti ana amacından, tarihsel arzu ve korkunun fırsata dönüştürülmesi çabasından vazgeçmemiştir. Hatta mevcut stratejiyi daha fazla sorgulanır ve fark edilebilir hale getirerek tüm Ortadoğu devletlerine meydan okuyan bir aktör olmayı göze almıştır. Tüm bunların ortaya çıkardığı sonuç şudur; Türk devleti yıllara yayılmış tarihsel arzu ve korkusunun – 2010-2015 yıllarını arasında ‘Kürdün üzerinden’ yumuşak güce dayanarak, 2015-2020 arasında ‘Kürde rağmen’ sert güce dayanarak – fırsata dönüştürülmesi için en uygun uluslararası sisteme ve en kudretli devlet yapılanmasına sahip olduğuna iman etmiştir.

 

 

Bir Karşı-Stratejinin ipuçları – sorular
Bir karşı-strateji tasarımı, sadece Türk devletini değil Kürdistan meselesinin tüm uluslararası muhataplarını baz alan ve aktörler arası ilişkilere odaklanmaya ek olarak devletlerin dış politika kapasitelerini konu alan nicel araştırmalarla güçlendirilmiş detaylı bir raporun konusu olabilir. Bu yüzden, bu yazı BKS’nin doğası üzerinden bazı ipuçlarına ve spesifik sorulara değinmek ile sınırlandırılmıştır. Türk devletine karşı kapsamlı bir strateji kurabilmenin ilk adımı BKS’nin ne olduğunu iyice kavramak ve ardından bu stratejinin açıklarını ortaya çıkarmak olabilir. Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi, Türk devletinin Kuzey-Güney-Batı Kürdistan parçalarında zeminini askeri-istihbari örgütlenme üzerine inşa ettiği, Kuzey’de siyaseten Güney’de ekonomik olarak Batı’da ise diplomatik tekniklerle Kürdistan topraklarını kendi egemenliği altına alma girişimidir. Bu tanımlamada özellikle vurgulanan devletin her parçaya özgü uyguladığı ekonomik-siyasi-diplomatik ‘taktikler’, Kürt hareketlerinin olası karşı-strateji hamlelerini kurabileceği başlangıç noktaları olarak düşünülebilir. Zira her parça için hususi seçilen taktikler özellikle 2010-2015 arası dönemde devletin Kürt hareketlerini etüt etme biçimi ile ilgidir. Örneğin, Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da uyguladığı taktik kendisine karşı uygulanan Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin ‘zayıf’ yanlarına odaklanır. ‘HDP’nin kapatılıp-kapatılmaması’, ‘HDP’nin meclise gidip-gitmemesi’, ‘HDP’nin bir Kürt partisi olup-olmadığı’ gibi sorular üzerinden değil ‘Kuzey siyasetinin seçimli-demokrasiye biçtiği anlam ile Kürdistan coğrafyasında örgütlenme biçimi arasındaki mesafe nedir?’ sorusunu merkeze alarak taktik geliştirmektedir. Güney Kürdistan’da, Bağımsızlık Stratejisi’nin ekonomik temellerini etüt ederek kendisine muhtaç bir ‘sömürge’ oluşturmanın taktiğini benimsemiştir. Maxmur Kampı’na uygulanan ambargonun kalkması için Erbil Valiliği’ni ziyaret eden heyete Firset Sofi’nin yaptığı açıklamadaki ‘çaresizlik’ Güney siyaseti için bir başlangıç noktası olabilir: ‘Türklerin izni olmadan Erbil’de bir fabrika bile açamıyoruz!’ Batı Kürdistan’da, devletin en çok mesai harcadığı konu, Kürt hareketinin başarıyla uyguladığı Üçüncü Yol Stratejisi’nin diplomatik olarak altını boşaltmaktır. Bunun için olası Kürt-Arap çatışması için zemin aramak ve askeri işgallerle Kürt hareketini ABD-Rusya arasında bir seçime zorlamak gibi pratiklere başvurmaktadır. Üçüncü Yol Stratejisi’nin önümüzdeki günlerde daralmaması adına ‘diplomatik olarak tüm aktörlere eşit uzaklıkta olmak ile eşit yakınlıkta olmak arasındaki fark’ üzerine düşünülebilir.

 

Türk devletinin BKS’nin Kürdistan topraklarını birleşik bir yapı olarak ele alması en güçlü yanı olarak gözükse de aynı zamanda en zayıf yanına da işaret etmektedir. Çünkü, BKS her parçada farklı tekniklerle yol alsa da, temel çalışma prensibi eş-zamanlı olarak üç parçayı da gözetim altında tutabilme üzerine kuruludur. Bu yüzden, herhangi bir parçada bu stratejinin taktiksel ayaklarında bir aksama olması ya da herhangi bir parçanın kuracağı karşı-stratejinin başarılı olması Türk devleti açısından BKS’nin çöküşü anlamına gelecektir. Bu yüzden BKS’nin parçalara özgü uyarlanan taktiklerinin Kürt siyaseti açısından dikkatlice analiz edilmesi oldukça önemlidir. Son olarak, devletin BKS ile önüne koyduğu temel amaçlardan biri de tüm Kürdistan parçalarının birbirleri ile olan fiziki bağlantı noktalarını yani Kürdistan’ın iç-sınırlarını askeri-istihbari tekniklerle hem kontrol etmek hem de bu alanlarda kalıcılaşarak kendisine karşı yapılacak saldırıların önüne geçmektir. Öte yandan bu yaklaşım, Kürtler arası temassızlığı hedefleyerek devletin bütünlüklü ele aldığı Kürdistan’ı halkın parça bazlı ele almasını amaçlamaktadır. Bu noktada, tüm tartışmaların panzehiri olarak görülen ‘Ulusal Birlik’ çalışmalarının partiler arası diyaloğun ötesine geçerek Kürt halkına dayatılan parça bazlı karakteri aşmayı hedefleyen bir taban örgütlenmesinin imkanlarını gündeme alması değerli olabilir. Aynı zamanda bu tartışma, teknolojinin mücadelenin görünmeyen yanlarına nasıl katkı yapabileceği üzerine bir sorgulamaya kapı aralayabilir. Ayrıca, Kürt halkın ortak hareket edebilme kapasitesi, özellikle Kobanê Serhildanı örneğinde de görüldüğü üzere, Türk devletinin en fazla çekindiği konu olduğu söylenebilir. Son olarak Türk devleti BKS’de başarılı olduğu ölçüde Ortadoğu’da söz sahibi olmaya ya da yeni ‘maceralara’ atılabilme imkanı ve cesareti bulmaktadır. Türk devletinin Libya’nın ardından Yemen’deki iç-savaşın da parçası olmak için zemin arama çabaları bu durumun bir özeti olarak düşünülebilir. Bu yüzden, BKS’nin dolaylı olarak Arap devletlerini de hedefleyen yapısı bir karşı-fırsata dönüştürülerek özellikle diplomatik düzeyde Kürt-Arap dayanışmasının olasılıkları hakkında fikir yürütülebilir.

 

Genel Değerlendirme
Yeni-Kolonyal Müdahale ve İlhak Diplomasisi yazı dizisi ile Türk devletinin uzun vadeli amacının Kürdistan topraklarını ilhak etmek üzerine kurulu olduğu iddia edilmektedir. Uluslararası örnekler göz önünde bulundurularak, ilk iki yazıda hem teorik düzeyde ilhakın çerçevesi ve hem de Türk devletinin Kürdistan coğrafyasındaki pratikleri detaylıca tartışılmıştır. Ayrıca, ilhak uygulaması bir devletin dış politikası ile bağlantı olduğu için son yazıda, Türk dış politikasının arzu ve korku kavramları üzerinden Kürdistan merkezli karakter analizi yapılmıştır. Kürdistan’ı ilhak çabasının güncel uygulama biçimi olan devletin Bütünlüklü Kürdistan Stratejisi detaylıca tartışılmıştır. Özellikle Arap Baharı sonrası istikrarsızlıklarla ve iç-savaş ile boğuşan Ortadoğu düzeninin, Türk devleti tarafından tarihsel arzu ve korkusunu bir fırsata dönüştürme imkanı olarak görüldüğünün altı çizilmiştir. Tarihsel fırsat ile kast edilen Türk devletinin Kürdistan topraklarını ilhak etme fırsatıdır ve Ortadoğu’da savaşların bitmesi ya da göreli bir istikrarın sağlanması Türk devletinin talep edeceği son şey olacaktır.

 

Bitirirken bir tarihi anekdotu yeniden hatırlamakta fayda var. Uluslararası ilişkilerin bugüne benzer bir ‘kaos aralığı’ içinde olduğu bir dönemde, 1916 Ekim’inde, ilhak kavramının kullanımı ve ilhak eden/edilen uluslar karşısında Polonyalı yoldaşlarının kafa karışıklığını gidermek için Lenin şöyle yazıyordu: ‘İlhaka karşı olmak, kendi-kaderini tayin hakkını tanımaktan başka bir şey değildir.’