Edebiyat ve bilim eski çağlardan beri birbiriyle dirsek temasında bulunan iki alan oldu hep. Gerçi bilim denince aklımıza günümüzün doğa bilimleri, fizik, uzay ya da mühendislik gelecek belki ama her alanını dahil ediyorum şahsen. Özellikle sosyal bilimlerin taşıyıcıları tarih, sosyoloji ve psikolojiyi esaslı şekilde kullanan çok eser olduğunu biliriz. Aristo’nun Poetikası tarih metniyle şiiri birbirinden ayırmakla işe başlayıp, edebi eserin ölçütlerini buradan kurmuştur.
BİLGE AKSU
Bir de bilim gibi görünmeyen ama aslında hayalgücümüzü doğru çalıştırdığımızda bilimin malzemesi haline gelecek bir takım fikirler mevcuttur. Binbir Gece Masalları’ndaki uçan halılar, içinden baktığınızda uzakları yakın eden efsunlu borular o dönem için fantastik bir evrenin konusu gibi görünse de, günümüzdeki uçan kaykayları ya da dürbün ve teleskopları düşündüğümüzde, yaratıcı bir hayalgücünün tezahürü olarak karşımızda dururlar. Bulgar filozof ve akademisyen Tzvetan Todorov’un Fantastik adlı metninde bu sorgulamalara daha çok rastlamak mümkün. Meraklısını oraya yönlendirip devam edelim.
İnsanlık tarihinin iki ileri bir geri, hatta çoğu zaman iki geri bir ileri gittiği dönemler uzun sürdü. İlkçağlardan beri gıdım gıdım ilerleyen bilim, teknoloji, ekonomi ve bilumum yaşam koşulları zaman zaman savaşlarla, salgınlarla, afetlerle ya da başka sebeplerle sık sık sekteye uğradı. Nüfus artışı bir türlü düzenli sağlanamadı ve gen havuzu bir türlü büyüyemedi. Daha 17. yüzyılda bile Avrupa’nın orta yerini esir alan ve adlarına dahi yansıyan uzun süreli savaşlar, karışıklıklar mevcut olduğu gibi, kilisenin hükümranlığı sonucu engizisyon mahkemelerinde katledilen ya da sindirilen çok fazla aydınlanmacı bilim ve sanat insanı bulunuyordu. Bu dönemde oldukça ağır ilerleyen felsefi düşünceler gerek batıda gerek doğuda çıkmaza girmiş gibi görünüyordu. Fakat bir şekilde, bu ilerleme sağlanmaya devam etti ve sonunda 19. yüzyıldaki görülmemiş atılımlar gerçekleşti. İnsanlık tarihinin en kısa sürede en büyük ilerlemesini temsil eden sanayi devrimi, bu değişimlerin odağında yer alıyordu.
Mary Shelley Frankenstein’ı yazdığında aynı zamanda ilk bilimkurgu-fantastik örneklerinden birini de vermişti. Mary Shelley’nin hayalgücü iki asır sonrasını hayal etmiş olabilir mi? Sanmıyorum, çünkü bilindik bir hikaye olarak bu kurgu, Shelley’nin aklına, gördüğü bir kabus sonrası düşmüş.Mary Shelley’ın Frankenstein’ı
Özellikle doğa bilimlerinin altın çağı olarak geçen 19. yüzyılda, genetik bilimi, evrimsel biyoloji, tıp ve psikoloji gibi alanlarda görülen gelişmeler hızlı bir şekilde sanatın içinde de kendine yer buldu. İngiltere’nin başı çektiği bu ilerleme döneminin edebi yansımaları da ilk olarak İngiliz yazarların eserlerinde karşımıza çıkıyordu. Yüzyılın başlarında Mary Shelley Frankenstein’ı yazdığında aynı zamanda ilk bilimkurgu-fantastik örneklerinden birini de vermişti. Bu eserin hangi türün alanına girdiği halen tartışılır. Todorov’un kriterlerine göre bir eserin fantastik sayılabilmesi için kesinkes doğaüstü/tanımlanamayan kişiler, olaylar ya da mekanlar bulunmak zorundadır.
Alaaddin’in Sihirli Lambası, anlatıldığı haliyle baktığımızda tamamen fantastik bir unsur gibi görünür mesela. Günün birinde gerçeğe dönüşme ihtimali hemen hiç yoktur. Tabii günümüzün hologram teknolojisini, dokunmatik cihazları görmezden gelirsek…
Frankenstein ise ciddi manada arada kalan bir eser. Bir doktorun, çeşitli vücut parçalarından bir insan yaratma denemesi, ilk bakışta olağandışı görünüyor. Fakat günümüzdeki organ nakilleri artık bu teknolojiye ulaşmak üzere olduğumuzu da düşündürüyor. Mary Shelley’nin hayalgücü iki asır sonrasını hayal etmiş olabilir mi? Sanmıyorum, çünkü bilindik bir hikaye olarak bu kurgu, Shelley’nin aklına, gördüğü bir kabus sonrası düşmüş.
H. G. Wells’in Doktor Moreu’nun Adası adlı eserin dehşet verici bir kurgu. Frankenstein’ın çok ötesine geçerek, yalnızca insan uzuvlarını birleştirip İsisvari bir tanrılık iddiasına ulaşma hedefiyle kalmamış hayvanları ve insanları kaynaştırıp yepyeni canlı türleri yaratmaya kalkmıştır.Doktor Moreu’nun Adası
Yine de o dönemde bu tarz eserlerin giderek artmasından anlıyoruz ki, hayalgücünün devreye girdiği bir dönemmiş 19. yüzyıl. H. G. Wells’in Doktor Moreu’nun Adası adlı eserinde de bu tarz deneylerin ana temayı oluşturduğunu görüyoruz. Issız bir adada, çeşitli vahşi hayvanların bulunduğu bir faunada çılgın bir doktor, Frankenstein’ın çok ötesine geçerek, yalnızca insan uzuvlarını birleştirip İsisvari bir tanrılık iddiasına ulaşma hedefiyle kalmamış (Mısır Mitolojisinde İsis’in Osiris’i canlandırması), hayvanları ve insanları kaynaştırıp yepyeni canlı türleri yaratmaya kalkmıştır. Bu dehşet verici kurgunun reel bilimsel alana girmesi için epey vakit olsa gerek. Ama bu ‘deneyi’ yapan kişinin yaşadığı çağı ve o dönemin öne çıkan ilgi alanlarını göz önünde bulundurursak, doktorluk mesleğinde çığır açmayı, tıp bilimini ilerletmeyi hedefleyen ‘çatlak’ bir bilim insanı olduğunu düşünmemiz de olağan hale geliyor.
Kişilik bölünmesi üzerine bir roman olan Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'da Victoria devri İngilteresinde, Londralı avukat Mr. Utterson'ın eski dostu, nazik bir insan olan saygın yaşlı hekim Dr. Henry Jekyll'in zaman zaman şehvet düşkünü bir canavara, yani Mr. Edward Hyde'a dönüşmesini anlatıyor.Dr. Jekyll ve Mr. Hyde
Yine bu dönemin en ünlü eserlerinden Dr. Jekyll ve Mr. Hyde da bu kapsamda değerlendirilmeli. Elbette iksirlerin alanı masalların diyarıdır fakat bu iksiri hazırlayan kişinin sıradışı bir doktor olduğunu ve laboratuvarda uzun süreler çalışarak elde edildiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Nitekim bu eserin de Frankenstein gibi hangi türün alanına girdiği hususundaki tartışma devam ediyor.
İngilizlerin fantezi dünyalarını şenlendirmek için açtığı bu yolun kısa sürede bu denli içselleştirilip, yepyeni bir yazın geleneğine dönüşmesinin izini sürmek epey keyifli bir uğraş. Bir yandan da disiplinlerarası bir mesele olduğu için ufuk açıcı. Örneğin Charles Darwin’in uzun süredir devam eden evrim tartışmalarına önemli ve bitirici argümanlar sunduğu Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından bir süre sonra Jack London’ın Adem’den Önce’si ortaya çıkıyor. Ya da Mendel’in başı çektiği ve 19. yüzyılın ikinci yarısında hız kazanan genetik alanındaki çalışmaların ardından gelen natüralist roman ve soyaçekim yaklaşımı da tesadüf değil gibi görünüyor. Edebiyatın ya da sanatın bilimsel gelişmeleri takip edip çok kısa sürede özümsemesi, başta da söylediğim gibi, tarih boyu sürdürülen bir refleks.
Mihail Bulgakov’dan söz etmemek olmaz. 1925’te yazdığı Köpek Kalbi adlı eseriyle mükemmel bir hiciv örneğine imza atmıştı kendisi. Bulgakov’un yazın serüvenine baktığımızda anlıyoruz ki bu hikayede de diğerleri gibi Sovyet toplumunun bir eleştirisi mevcut.Mihail Bulgakov ve Köpek Kalbi
Bir de tabii, bütün bunların ardından ortaya çıkan daha katmanlı ve politik referanslı denemeler söz konusu. Rus yazarların en şahsına münhasır kişisi Mihail Bulgakov’dan söz etmemek olmaz. 1925’te yazdığı Köpek Kalbi adlı eseriyle mükemmel bir hiciv örneğine imza atmıştı kendisi. Sokakta bulunan gariban bir köpeği alıp muayenehanesine getiren Doktor Filipoviç, köpeğin iç konuşmalarını okuyabildiğimizden habersiz şekilde, kendi korkunç planına hazırlanmaktadır. Köpek ise böyle bir yuvaya sahip olduğunu zannedip kendini şanslı addeder. Fakat Filipoviç günün birinde köpeği ameliyat masasına yatırınca işler değişir. Yapılan operasyonla bir insandan alınan hipofiz bezi köpeğe nakledilir ve heyecan içinde sonuçları beklemeye başlarız. Önce köpeğin ölmesine kesin gözüyle baksak da, yavaş yavaş toparlanan köpek artık bir insan gibi davranmakta, düşünmekte ve konuşmaktadır. Fakat bununla da kalmaz. Küfürbaz, kaba, saldırgan birine dönüşür git gide. Filipoviç’e göre bunun sebebi, hipofiz bezini aldıkları kişinin eski bir ayyaş ve küfürbaz olmasıdır. Onun bütün özellikleri köpeğe de geçmiştir. Nitekim köpek gün geçtikçe sarhoşluktan kurtulamamaya, kadınları rahatsız etmeye, insanları ısırmaya başlar. Filipoviç’in bu deneyi korkunç bir sona doğru ilerlemektedir.
Köpeğimiz insana dönüştükten sonra
Bulgakov’un yazın serüvenine baktığımızda anlıyoruz ki bu hikayede de diğerleri gibi Sovyet toplumunun bir eleştirisi mevcut. Bolşeviklerin iktidarından sonra değişen yeni düzenin daha kötü bir alternatif olduğunu alegorik yollarla anlatmaya çalışmış yazar. Köpeğimiz insana dönüştükten sonra bütün kaba ve saldırgan tavırlarına rağmen, bürokratlarla ve yöneticilerle son derece iyi geçinen uyanık bir bolşevik olup çıkacaktır! Hatta eski hayatından da tam kopamadığı için, eski düşmanı kedileri sokaklardan temizleyen bir ekibin başında, saatlerce kedi avına çıkan birine dönüşmüştür.
Alegori, edebiyatın temel malzemelerinden biri. Bulgakov, Orwell gibi isimler de bunu ustalıkla yerine getirenlerden. Hayvan Çiftliğindeki oligarşik düzenin hayvanlarla temsil edilmesi gibi, Köpek Kalbi’nde de Bulgakov Bolşevik iktidarını eleştiriyor. Okuyucuların bir kısmı -ben de dahil- bu eleştirileri acımasız ve abartılı bulsak dahi, alegorinin etkileyiciliğine laf etmemiz imkansız. Fakat çıkış noktamıza geri dönecek olursak, alegorinin bilimsel etkileşimle harmanlanırken ayarının kaçtığını düşünmemizde bir beis de yok. Aydınlanma sonrası yazarların kulaklarına gelen bilimsel gelişmeleri, çocuksu bir hevesle kurgularına yedirmeye çalıştığı metinlerden sonra bu esere bakınca daha sivri köşeli, hazmı zor ve maksadı belli bir metinle karşılaşıyoruz. Yine de bu metindeki köpek-insan yaratma deneyinin, Doktor Moreu’nun Adası’ndaki korkunç deneylere benzerliğini göz ardı etmiyor ve onu da aynı kategoriye alıyoruz.
Sanat ve edebiyat, zaman zaman gerçeklikten ne kadar uzak bir bağlam kurmaya çalışsa da, gerçekliğin her yanı kuşatan sarmalayıcı etkisinden kurtulamıyor. Fantastiğin alanına dahi girebilen bir kuşatma bu. Ve bütün bunları disiplinlerarası düşünmek, kronolojik bir açıdan bakarak bu büyük çerçeveyi görmek, tadını başka çok az şeyde bulabileceğimiz bir keyif unsuru şüphesiz.