DEM Parti Eşbaşkanı Tuncer Bakırhan ile Kürt halayını, şarkılarını, yol yazılarını ve siyasi tutsakları hedef alan saldırıları konuştuk:
- Devlet bir asfalt yazısı ile uğraşıyor, bir şarkının peşinde cadı avına girişiyor; bunların bize gösterdiği şey her şeyden önce acizlik içindeki bir zihniyettir. Devlet aciz ve çaresiz durumdadır. Devlet, Kürtleri her açıdan geriye çekmek istiyor. İkincisi Kürtlerin özneleşmesi, ittifaklarla büyümesini engellemek için onu kendi ile cebelleşen bir ruh haline hapsetmek istiyor.
- Rejimin Kürt düşmanlığı 1924 yılından beri güncellenerek devam ediyor. Konjonktürel olarak yöntemler değiştiriliyor. Taktikler inceltiliyor ama Kürt düşmanlığı özünde hiçbir değişime uğramıyor. Oysa Kürt halkı kendi gerçekliğini ellerine almıştır. Artık bu aşamadan sonra inkarcılıkta ısrar, devlet politikalarının iflasında ısrardır.
- Cezaevi duvarlarının dili olsa bence Metris R Tipi cezaevindeki A-16 koğuşunu anlatırdı. Niye biliyor musunuz? Bakın tek başına ihtiyaçlarını gideremeyecek 3 tutsak aynı koğuşta. Biri felçli Abdulkadir Kuday. Diğeri Serdal Yıldırım. Yüzde 98 engelli. Koğuştaki üçüncü tutsak ise iki eli olmayan Ergin Aktaş. Kamuoyuna sesleniyorum: Böyle bir vahşet olur mu?
GÜLCAN DERELİ
Devlet, elinde beyaz boya harıl harıl “pêşî peya/” ile “hêdî” yazılarını silme operasyonu yapıyor. Düğünleri basıyor, kadınları, gençleri, çocukları halay çekerken "kıskıvrak" yakalıyor! Kürtçe ıslık çalanları "suç üstü" yakalıyor! "Kamber Ateş nasılsın?" günlerine; sarı, kırmızı, yeşil trafik ışıklarının değiştirildiği o günlere geri dönülüyor. "Yerli ve milli" rejim, çok övündüğü mehter marşı ile yol alıyor. Bir adım ileri, iki adım geri... Böyle böyle 1924 yılına kadar geri gidiliyor. Bir nevi zamanda geriye yolculuk. Böylece iktidarın hayali olan Osmanlı dönemine de gidilebiliyor! Tarih çarkının geriye doğru kırıldığı bu zamanlar, kötü bir dönem filmini andırıyor. Kostümler, karakterler yapay, senaryo berbat, oyunculuk rezil, dönemin ruhunu bile yansıtmıyor, banal bir nostalji her yeri kaplıyor. Bu dönem filminde de Kürt’e biçilen rol değişmiyor. Baş karakterin sefası ve şaşası için O hep kötü karakter. Bir kere bilinmeyen bir "dil"de konuşuyor; saraylara değil dağlara sevdalı, yapay değil hakiki... Kendi senaryosunu yazmaya yeltendiği için bütün "yerli ve milli" unsurlar buna karşı teyakkuza geçmiş durumda. İşte bu kötü filmin içinde yaşıyoruz. Biz de DEM Parti Eşbaşkanı Tuncer Bakırhan ile bu kötü filmin cezaevi boyutunu ve dışarı boyutunu konuştuk. Ve ortaya iki bölümden oluşan bir söyleşi çıktı. Bugün ilk bölümüne yer veriyoruz.
Kürt halkına ve Kürtçeye yönelik baskılar yıllardır sürse de son dönemde yeni bir kampanyanın devreye konulduğu görülüyor. Kürtçe yol yazıları İçişleri Bakanlığı'nın emriyle siliniyor. Kürtçe şark söyleyip halay çekenler tutuklanıyor, düğünlere baskın yapılıyor. 90'larda trafik ışıkları sarı kırmızı yeşil olduğu için değiştirilmişti. Oraya doğru gidiyor sanki. Siz bu son yönelimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahsettiğiniz durumlar her şeyden önce çok trajik. Birçok neden sıralanabilir ama müsaadenizle en başta şunu net olarak ifade etmek gerekiyor: Devlet bir asfalt yazısı ile uğraşıyor, bir şarkının peşinde cadı avına girişiyor; bunların bize gösterdiği şey her şeyden önce acizlik içindeki bir zihniyettir. Devlet aciz ve çaresiz durumdadır, öyle olmasa bu akıl tutulması yaşanır mı? 90’larda tüm derin devlet aygıtlarıyla aleni şiddet pratiklerini sergiledi Kürt kültürü ve dili ile ilgili alanlarda. Peki, ne oldu, insanlar vaz mı geçti? Hayır… Tam tersine devasa kazanımlar gün geçtikçe büyüdü. Soruya bir ek soru ekleyelim. Peki, insanlar bugün mü vazgeçecek halayından, dilinden, türküsünden, bin bir bedelle kazandığı değerlerinden? Devlet bunlara yöneldiğine göre öyle umuyor. Bu büyük bir yanılgıdır.
Kürtçeye, halaylara ve kültüre yaklaşımını sadece bu yönlü ele almak elbette eksik olacaktır. Birkaç ideolojik nedeni iyi görmek gerekiyor. Birincisi devlet Kürtleri her açıdan geriye çekmek istiyor. Böyle bir çaba içindedir. İkincisi toplumsal-siyasal alanda Kürtlerin özneleşmesi, ittifaklarla büyümesini engellemek için onu kendi dar gündemleri içine, sadece kendi ile cebelleşen bir ruh haline hapsetmek istiyor. Yani yapılanlar son derece bilinçli ve tuzaktır. Bu olan bitenlerin bir arka planı da bu siyasal mühendislik çabasıdır. Üçüncüsü, zamana yayılmış kültürel kırım politikalarından vazgeçmiyorum mesajını vermek istiyor. Dördüncüsü, başta Avrupa olmak üzere dünyada gelişen sağcı-faşizan trendlere uygun pratikler geliştirip belirli bir kitleyi konsolide ediyor. Özellikle milliyetçi duyguları harekete geçirerek ötekiye dair sınırlar, normlar, değerler hor görülüyor. Son olarak, bu yasaklamaların, insanlık suçu girişimlerinin hazırda tutulan Başur ve Rojava’ya dönük savaş ile yakından ilişkisi var. Meşruluğu oluşmuş bir toplumsal zemin test ediliyor.
Kürtçe ıslık ve ideolojik halay günlerine geri dönülüyor. Kürt toplumunu var eden ezgileri, ağıtları, destanları, halayları, renkleri, sloganları, işaretleri suç sayılıyor. Özellikle son 40 yılda ortaya çıkan yeni Kürt toplumsalı oldukça cüretkar şekilde hedef alınıyor. Bunun nedeni yeni Kürt toplumsal yapısının dönüştürücü gücü mü? Neyden korkuluyor?
Bakın bu sistemin en büyük korkusu toplumsallıktır. Halay Kürtler açısından bir toplumsallığı ifade ediyor. Bu iktidarın Alevilerin Cem’lerinden korkması da tam da bu nedenledir. Halay ve şarkı Kürtler için sadece geleneksel bir formun yaşatılması değil aynı zamanda güçlü bir politik veçhesi var. Halay ve şarkı tüm ezilen uluslarda olduğu gibi Kürt devriminin önemli ayaklarıdır. Afrikalılar yıllarca ırkçı ayrımcılığa ve beyaz rejime karşı danslarıyla öfkelerini dile getirdiler. Kürtler için de halay hem sevinç hem de öfkesini kamusal alana taşımanın bir aracı oldu. Kürtlere bireysel ve kolektif aktivizm için hep ilham kaynağı oldu.
Kürtler politik mücadeleyle halay ve şarkılara da bir biçim verdi. Kürtler arasında ortak bir duygudaşlık yaratarak dönüştürücü bir kanal oldu. Kürt toplumsal benliğini de güçlendirdi. İktidarın son günlerdeki saldırısının elbette başka güncel sebepleri var. Fakat, dil ve kültürün bir direniş alanına dönüşmesinde de korkan bir zihniyet tarihsel olarak hep var.
1980 darbesinde cezaevlerinde Kürtlük ve Kürtçe ağır işkence nedeniydi. Dönemin hafızada kalınan sözlerinden biri Kürtçe yasak olduğu için "Kamber Ateş nasılsın?" diyen annenin bu sözü idi. Şimdi bir kez daha cezaevlerinde Kürtçe suç konusu oluyor. Örneğin Şırnak T Tipi Kapalı Cezaevi’nde Kürtçe konuşmak ve tutsakların görüşlerde aileleriyle sarılmaları yasaklandı. Kürtçe kitaplar verilmiyor. Cezaevlerinde uygulanan rejimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Rejimin Kürt düşmanlığı 1924 yılından beri güncellenerek devam ediyor. Konjonktürel olarak yöntemler değiştiriliyor. Taktikler inceltiliyor ama Kürt düşmanlığı özünde hiçbir değişime uğramıyor. Çünkü devletin kodları, anti-Kürtlük üzerine inşa edilmiş. Kürtçenin yasak olması, tekçi cumhuriyet için varlık-yokluk meselesi olarak görülüyor. Daha rejim kurulurken ortaya atılan “herkes Türk’tür” yalanı, Kürt halkının ve dostlarının itirazlarıyla bütün makyajını yitirdi. Devlet, o gündür bugündür, kendi yalanını zor aygıtlarıyla, yasakçı zihniyetle ayakta tutmaya çalışıyor. Fakat Kürt halk gerçekliğiyle birlikte bu zihniyet artık dikiş tutmuyor. Dikiş tutmadıkça, Kürtçe gerçekliğini ve Kürt halk realitesini kabul etmek yerine baskının dozunu arttırarak sonuç almak istiyor. Bugün cezaevlerinden trafik uyarıcısı yazılamalara kadar devreye konan yasaklar, köhnemiş zihniyetin hatasında ısrarından başka bir şey değildir. Oysa Kürt halkı kendi gerçekliğini ellerine almış, diline ve kültürüne sahip çıkarak varlığını dünyaya kanıtlamıştır. Artık bu aşamadan sonra inkarcılıkta ısrar, devlet politikalarının iflasında ısrardır.
12 Eylül Dönemi'nde cezaevine çocuğunu görmeye giden ve "Kamber Ateş nasılsın?" diyen anneler bile bugünlerde tutuklanıyor. Cezaevlerinde 60-70-80 yaşında onlarca Kürt anne var. Darbe rejiminin bile gerisine düşen bir uygulama. Kürt annelerden neden korkuyorlar?
Kürt annelerinden korkuyorlar çünkü bu annelerin 80’lerden bugüne nasıl bir süreç yaşadıklarını, inandıkları uğruna ne fırtınalardan geçtiklerini en iyi devlet aklı biliyor. Kürt anneleri onların bildik tüm ezberlerini yerle yeksan etmeye devam ediyor. Daha önce özel olarak annelere bu kadar yoğun baskı yoktu. Gelinen aşamada onları siyasal alandan çıkarma, mücadele dinamizmi dışında tutma çabası var. İktidar özellikle 2015 sonrası yeni bir güvenlikçi-siyasal iletişime geçti. Bu hat içinde de her kesimi kendince sindirdi ya da ‘sokak’tan çektiğine inandı. Anneler bu gerçeklik dışında kalan kesim oldu. Durum, mekân, olay fark etmeksizin her yerde ve koşulda anneler karşılarına dikildi. Bu duruma çözüm annelere yönelmek ve onları 85 yaş hali ile yöneticilik suçlaması ile tutuklamak oldu.
Onlara göre anne motifi evde oturan, yemek yapan, çocuk bakandır. Oysa Kürtlerdeki anne ve annelik meselesi çok dönüştü. Devletin cezalandırma çabası bu süreci de kapsıyor. Annelere dair sabah akşam söyledikleri ile toplumsal alanda iktidarın karşısına dikilen anneleri gördüklerinde büyük bir çelişkiye giriyorlar. Bir yandan hassas bir alan olduğu için çok görünmek istemeyen bir iktidar, diğer yandan da annelerin gücünü bildiğinden onlarla düşman hukuku çerçevesinde uğraşan bir iktidar var.
Cezaevlerinde en ağır durumda olanlar hasta tutsaklar. Ölüm döşeğinde olmasına rağmen hem serbest bırakılmıyorlar, hem de tedavi edilmiyorlar. ATK'nin keyfi raporları gerekçe yapılıyor. ATK rapor verse bile uygulanmıyor. Bu gaddarlık kaynağını hangi zihniyetten alıyor?
Adli Tıp Kurumu iktidarın ideolojik aygıtı olarak çalışıyor. İktidarın tutsaklara yönelik geliştirdiği politikaları normalleştiren bir kurum olarak faaliyet yürütüyor. ATK, iktidarın gaddarlık sularının bir girdabı. Hiçbir hasta siyasi tutsak bu girdaptan sağ çıkamıyor. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’a göre infazın hastalık nedeniyle geri bırakılmasında “Adli Tıp Kurumunca düzenlenen ya da Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenip Adlî Tıp Kurumunca onaylanan rapor” aranmaktadır. Yani tutsak tedavisini bizzat yürüten doktor ve hastanenin raporları, Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastane olsa bile ATK tarafından onaylanmadıkça geçerli olmamaktadır. Bu durum ATK’nin bir tekel haline getirmiş durumdadır.
Batman M Tipi Hapishanesi’nde bulunan 86 yaşındaki, yüzde 91 engelli, şu anda yürüyemeyen, banyo, tuvalet gibi kişisel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayan, ailesini ve koğuş arkadaşlarını tanıyamayan ve hiç konuşamaz bir hale gelen Abdulalim Kaya, Siirt Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin “hapishanede kalması uygun değildir” şeklindeki raporuna rağmen ATK’nin aksi yöndeki kararıyla hala hapishanededir. Bunun gibi yüzlerce örnek bulunuyor. Bu kurum gaddarlık kaynağını tabi ki bu iktidardan alıyor. Çünkü bu kuruma Kürdü, muhalifleri, demokratları ve sosyalistleri ıslah etme görevi verilmiş. Hiçbir dönemde ATK bu dönem olduğu kadar çürümedi, zalimleşmedi.
İdari Gözlem Kurulları kendilerini mahkeme yerine koyarak cezalarını bitirmiş tutsakları tahliye etmiyor. Sadece 2024 yılının ilk 6 ayında 424 tutsağın tahliyesi çeşitli gerekçelerle engellendi. Artık ceza bitse de bırakılmıyorsunuz. Buna ne diyorsunuz?
Hiçbir dönem böylesi keyfiyetler ve ağır suçlar yaşanmadı dersek yeridir. İçeride başka bir ceza sistemi var. İnfaz yakmaları çok ağır bir insanlık suçu olarak görüyorum. Gerçek bir düşmanlık hukuku çerçevesinde işletilen, yeni bir konsepttir. Mesela Marmara hapishanesinde Soydan Akay, örgüt üyeliğinden hüküm giyen başka hükümlüler ile mektuplaşıyormuş, Karabük hapishanesinde Adem Oktay düzenli bir aile ve sosyal çevreye sahip değilmiş, Antep hapishanesinde Mehmet Hüseyin Öz hapishane sonrasına dair gerçekçi planlara sahip değilmiş. Mesela bir başka tutuklu çok fazla kitap okuyormuş. Bir başkası halay çekiyormuş, fazla su tüketiyormuş, bir başkası hapishane imamıyla görüşmüyormuş ve nihayetinde pişman değilmiş. Tüm bu nedenlerden ötürü 30 yılını dolduran hükümlü arkadaşların infazı yakılıyor, tahliyesi gelmesine rağmen bırakılmıyor. 30 yıl içeride kalmış arkadaşlara çıkacağı gün pişman mısın diye soruyorlar? Sonra da boyun eğmedi, o halde iyi halli değil denilerek infazı tekrar yakılıyor.
***
Cezaevi duvarlarının dili olsa Metris R Tipi’ni anlatırdı
Bir zamanlar Tayyip Erdoğan, 80 darbesi döneminde Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkenceleri kastederek duvarların dili olsa da anlatsa demişti. Peki şimdi Erdoğan dönemindeki cezaevlerinde duvarların dili olsa ne anlatırdı sizce?
Türkiye’de cezaevi duvarlarının dili olsa bence Metris R Tipi cezaevindeki A-16 koğuşunu anlatırdı. Bu sistemi, bu çürümüş-yozlaşmış iktidarı, dünü ve bugünü Metris A-16 koğuşu kadar iyi özetleyen az şey vardır. Niye biliyor musunuz? Çünkü bu koğuş Türkiye cezaevlerindeki zulmün ve ahlaksızlığın özetidir. Bakın tek başına ihtiyaçlarını gideremeyecek 3 tutsak aynı koğuşa konulmuş. Biri ALS hastası ve felçli olan Abdulkadir Kuday. Şu an 41 kiloya düşmüş durumda. Konuşamıyor, yürüyemiyor ve yatağa bağlı. Ancak bir başkasının yardımı ile yaşamını idame ettirebilir. Diğeri Serdal Yıldırım. Yüzde 98 engelli. Belden aşağısı felçli. Tekerlekli sandalye ile yaşıyor. ATK 5 defa cezaevinde kalamaz diye rapor vermiş ancak hala cezaevinde. Koğuştaki üçüncü tutsak ise tüm Türkiye’nin yakından tanıdığı Ergin Aktaş. Sol eli dirsekten sağ Sağ eli ise bilekten itibaren yok. İki eli de olmadığı için ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Daha önce ATK 6 defa cezaevinde kalamaz demiş ancak hala cezaevinde. Üç siyasi tutsak. Her üçünün de tek başına hayatını idame edemeyeceğine dair raporu var. Ve üçü aynı koğuşta ve yaşamlarının her saniyesi işkenceye dönüştürülmüş durumda…
Tüm kamuoyuna sesleniyorum: Böyle bir vahşet, böyle bir insanlık suçu hangi ülkede yaşanabilir?
Yarın: Türkiye siyasetinin turnusol kağıdı Kürt meselesidir.