JustPaste.it

Elizabeth Grosz - Bedenleri Yeniden Düşünmek

 

Beden, hem anaakım Batılı felsefi düşüncede, hem de çağdaş feminist teoride kavramsal bir kör nokta olmayı sürdürüyor. Feminizm, bedenin toplumsal, politik, kültürel ve cinsel yaşamdaki rolüne dair birçok felsefi varsayımı eleştirel olmayan bir tarzda benimsemiştir ve en azından bu bağlamda, Batı aklını biçimlendiren misojeninin suç ortağı olarak kabule dilebilir. Feministler ve filozoflar, insan özneyi, dikotomik bir tarzda iki karşıt özellik tarafından oluşturulmuş bir varlık olarak gören bir bakışı paylaşıyorlar: zihin ve beden, düşünce ve uzam, akıl ve duygu (passion)  psikoloji ve biyoloji. Varlığın bu çatallanması basitçe, tamamen kuşatılmış bir betimsel sahanın tarafsız bir ayrımı değildir. Dikotomik düşünme, zorunlu olarak kutuplaştırılmış iki terimi hiyerarşiye tâbi tutar ve derecelendirir. Bu yüzden bir tanesi ayrıcalıklı hale gelirken bir diğeri de bastırılmış, tâbi kılınmış olur ve olumsuz karşıt haline gelir. Tâbi kılınmış terim, birincil terimin yokluğu ya da yoksunluğu, sırf yadsınması ya da reddedilmesidir, onun gözden düşüşüdür. Birincil terim, kendini kendi ötekisinin dışarıda bırakılışı üzerinden tanımlar ve bu süreçte, kendine bir kimlik yaratmak üzere kendi limitlerini ve sınırlarını inşa eder. Beden işte böylece akıl olmayan, ayrıcalıklı terimden ayrı ve başka olandır. Beden, aklın kendi "bütünlüğünü" elinden kaçırmamak amacıyla dışarıda bırakması gereken şeydir. Beden, dolaylı bir biçimde asi, yıkıcı, yönlendirilmesi ve yargılanması gereken, bilince, psişeye ve psikolojik düşüncedeki diğer ayrıcalıklı terimlere olan karşıtlığı aracılığıyla zihnin, aklın ya da kişisel kimliğin tanımlı özelliklerine göre sadece önemsiz olarak tanımlanmıştır. Daha sinsice olanı zihin/beden karşıtlığı her zaman bir dizi başka karşıt çiftle ilişkilendirilmiş olmasıdır. Sanal ilişkilendirmeler zihin/beden karşıtlığını, diğer karşıtlaştırılmış ya da kutuplaştırılmış terimlere, en azından belirli bağlamlarda birbirinin yerine geçebilecek şekilde işlemelerine izin vererek bağlar. Zihin/beden ilişkisi sıklıkla, akıl ve duygu, anlam (sense) ve duyumsama (sensibility), dışarısı ve içerisi, kendilik ve başkalık, derinlik ve yüzey, gerçeklik ve görünüş, mekanizm ve dirimselcilik (vitalizm), aşkınlık ve içkinlik, zamansallık ve mekansallık, psikolo!i ve fizyolo!i, biçim ve madde ile buna benzer (terimler) arasındaki ayrımlarla ilişkilendirilmiştir. Bu yanal ilişkilendirmeler, herhangi bir "olumlu" niteliğin, bedenin aklın karşıt parçası olarak tâbi kılınmış olduğu sistemlere uymasını sağlar. Bu terimler, bedeni örtük olarak tarihsel olmayan, natüralist, örgenselci (organicist), edilgin,durağan terimlerde belirlemek üzere, bedeni aklın işleyişini bir ihlal ediş ya da ona müdahale ediş, üstesinden gelinmesi gereken yabani bir verilmişlik, aşılmaya muhtaç bir hayvanlık ve doğa olarak görerek işler. Bu ilişkilendirmeler aracılığıyla beden, kendileri gelenek tarafından değersizleştirilmiş terimlerle kodlanır. Burada konumuzla en çok bağlantılı olan şey, zihin/beden karşıtlığının, erkek ile zihnin ve kadın ile bedenin temsil eder bir şekilde hizalanmış hale geldiği yerde eril ve dişil arasındaki karşıtlıkla olan bağıntısı ve ilişkilenmesidir. Böyle bir bağıntı beklenmedik ya da tesadüfi olmak bir yana, tarihsel olarak felsefenin gelişiminde merkezidir ve kendisini bugün dahi bu merkezilikte görür. Felsefe daima kendini öncelikle ya da özellikle fikirlerle, kavramlarla, akılla ve yargıyla ilgilenen bir disiplin olarak addetmiştir. Yani, açık olarak akıl kavrayışı tarafından çerçevelenen, bedenin öneminin marjinalize edildiği ve dışlandığı terimlerle kendini düşünmüştür. Bilginin tamamıyla kavramsal bir şey olarak görülmesiyle beraber, bilginin bedenle ilişkisi, hem bilenlerin hem metinlerin bedensellikleri ve bu maddeselliklerin birbirleriyle nasıl etkileşime girdiği muğlak kalmak zorundadır. Bir disiplin olarak felsefe,akıl olmayanın bedenle ilişkilendirilerek kodlanması aracılığıyla, kaçamak bir şekilde dişiliği ve nihayetinde kadını düşünce pratiklerinden kovmuştur. Bildiğimiz felsefenin, bilmenin bir tarzı, rasyonalitenin bir tarzı olarak, sadece bedenin, spesifik olarak erkek bedeninin inkârı ve bedenden ayrılmış bir öğe olarak aklın yüceltimi aracılığıyla kurulmuş olduğu iddia edilebilir. Üstü kapalı olarak kendi kavrayışlarına ve yöntemlerine güvenen felsefe ve feminist teoriler, bedenselliği tanımayı reddeder. Fakat aynı zamanda kendi biçim, yapı ve statüleri için, anahtar soruları çerçevelemek ve kendi açıklama tarzlarının geçerliliğini ve hakikiliğine bir ölçüt sağlamak için bedenselliğe güvenmek zorundadırlar. Felsefe, bedenin işleyişi ve bulunduğu konumun belirsiz cazibesine kapılmış görünüyor. Bir yanda, aslında felsefe tarihindeki tüm baskın figürlerin, bilginin üretiminin ister geliştirilmesinde ya da ister engellenmesinde olsun bedenin rolünü tartışmaları anlamında bu rolün tanınması vardır. Diğer yanda ise, beden her tartışıldığında, onun sınırlı ya da sorunlu, dikotomikleştirilmiş terimlerle kavranması olgusunun gösterdiği gibi bedeni tanımayı bir reddediş vardır. Bu durum, felsefi değerlerin üretiminde bedenin biçimlendirici rolünü minimize ya da iptal eden hakikat, bilgi ve adalet gibi terimler üzerinden anlaşılabilir. Bilhassa, bedenin cinsel özgüllüğü ve hakikati, bilgiyi, adaleti vs. üreten ve etkileyen cinsel farklar asla düşünülmemiştir. Belirli bir bilginin belirli bir türünün (nesnel, doğrulanabilir, nedensel, ölçülebilir) üretken bedeni olarak erkek bedeninin özgül rolü asla teorize edilmemiştir.

Akıl ile erillik, beden ile dişilik çiftleri ve felsefenin bizzat kendini bir kavramsal girişim olarak anlıyor olması verili olmasını, kadının ve kadınlığın bilen felsefi özne ve bilinebilir epistemik nesne olarak sorunsallaştırılmış olması takip eder. Kadın (büyük harfle ve tekilliğinde) felsefenin sonsuz muamması, gizemli ve anlaşılmaz nesnesi olmayı sürdürür. Belki de bu, bir bilgi tarzı olarak felsefenin inşasında, genelde bedenin, özelde kadın bedeninin, tercihen gizemli, ziyadesiyle engellenmiş ve sınırlanmış konumunun bir ürünüdür.

Çeviri: Oğuz Karayemiş