Çoraklaşmış bir gezegende özgürlüğün ne anlamı kalır?
- “Bizi sömürenlerden kurtulmanın anlamı değişmiş durumda. Çoraklaşmış, çölleşmiş bir ülkede, gezegende özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin anlamı kalır mı? Ekolojik sorun tam olarak böyledir.”
SERAP ŞEN
Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, röportajımızın ikinci bölümünde ekolojik yıkımın savaş politikaları ile ilişkisini değerlendiriyor.
Türkiye savaş teknolojisine ciddi anlamda yatırım yaptı ve özellikle de insansız hava araçları alanında kendisini Amerika ve İsrail ile rekabet edebilecek, onlardan pazar çalabilecek seviyeye getirdi. Silah sanayisindeki bu atılım ekoloji hareketinin ne kadar gündeminde? Madenciliğin/ekstraktivizmin artışında bu hamlenin etkisi var mı? Savaş tüm bu emek ve doğa talanında ne kadar belirleyici?
Savaş sanayisi, en temel ekstraktif alanlardan biri. Silahlar, bombalar için gerekli olan ve uranyum gibi nadir bulunan elementlerin çıkarılması, bütün devletlerin stratejik hassasiyet gösterdikleri konuların başında. Türkiye sadece drone teknolojisi alanında değil başka askeri araçlar, silahlar ithal edecek düzeyde savaş sanayisini büyüttü. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), “Uluslararası Silah Transferlerinde Trendler 2019” başlıklı raporuna göre Türkiye, 2015-19 yılları arasında gerçekleştirdiği silah ihracatını, bir önceki döneme göre yüzde 86 arttırarak dünyadaki toplam harcamaların yaklaşık yüzde 1’ini gerçekleştirdi ve listede 14’üncü sırada yer aldı. Türkiye kapitalizminde savaş pazarının parasal büyüklüğü, 2019 itibariyle 23 milyar 189 milyon dolar. Bu, GSYİH’nin yüzde 3,05’ine karşılık geliyor ve bu açıdan dünyada 26. sırada. Türkiye, bu yıllarda en fazla silah ihracatını Türkmenistan, Umman ve Pakistan’a yapmış.
Bir gelişme trendi net görülüyor ancak bu Türkiye’nin silah sanayisinde istediği gibi hareket edebileceği anlamına gelmiyor. Halen teknoloji-yoğun parçalarda dışarıdan tedarike bağımlı ve SİHA’lar dahil ürettiklerini satabileceği yerler konusunda da AB, ABD’nin dayatmalarına tabi. Bu yükselişte kullanılan minerallerin ne kadarının yurt içinden elde edildiğine dair bir veri yok ancak çeşitli nadir metaller ve mineraller için diğer ülkeler gibi dışa bağımlı olduğu açık. Silah üretimi bir ağır sanayi faaliyeti olduğundan yüksek enerji gerektiriyor ve kömür madenciliği ve termik santraller bunu sağlıyor.
Tabi biz zaten bir savaş mahalliyiz. Kürt sorununun ulusların kendi kaderini tayin hakkını esas alarak demokratik barışçıl yoldan çözümüne yanaşmayan devlet, yıllardır “düşük yoğunluklu savaş” yürütüyor. Bunun için de savaş ekonomisini sürekli canlı tutuyor, geliştiriyor. Savaş politikaları ayrıca güvenlik gerekçesiyle yapılan devasa barajlar, orman yakmalar, coğrafyayı çoraklaştırma uygulamalarıyla da ciddi bir ekolojik örselenme, yıkım yaratıyor. Ayrıca yine Akkuyu’da yapımı devam eden nükleer santralin de enerjiden çok yarın bir gün İran gibi nükleer silahlar geliştirmenin ilk adımı olarak düşünüldüğü sır değil.
Bu açıdan savaş politikaları ve ekonomisinin ekoloji hareketlerinin temel gündemi olması gerekir. Keza savaşın bütün bedelini canıyla malıyla emekçiler ödüyor. Bu yüzden onların da temel gündeminin bu olması gerekiyor.
Bu konu birçok açıdan ıskalanıyor. Bunun en önemli nedeni, savaş politikalarının ekolojik sonuçlarına dair yeterli çalışmaların olmaması. Bu konuda yeterince hatta hiç araştırma yok. Ama bu durum insanların ilgisizliğinden çok devletin bu konudaki baskıcı, engelleyici yaklaşımı ile ilgili. İktidar, güvenlik politikaları ile ilgili her türlü soruyu “bekâ sorunu” olarak görüyor, soranları cezalandırıyor, bilgiler sır olarak saklıyor, bunların gündeme gelmesini engelliyor.
İşte burada bilgi üretiminin kendisi bir politik faaliyet oluyor ve bunun “aktivizmi” toplumsal mücadelelerle el ele gelişiyor. Kimi ülkelerde akademiyle mücadelenin iç içe geçtiği çok başarılı örnekler var ancak Türkiye’de henüz o yol alınamadı. Bu açıdan Boğaziçi direnişi, özellikle lafını sakınmaması, ilkelerinden geri adım atmaması ve Kürt sorunu dahil çeşitli mücadele başlıklarını birleştirmesi açısından yeniden bir umut oldu. Kürt sorunundaki güvenlikçi politikalara ses çıkarmadan İkizdere’yi durdurmak zor, Konya’daki kuraklığı gidermek zor, Kazdağlarını kazanmak zor. Çünkü şovenizmin zehirlediği işçi emekçi kitleleri bu şekilde yerelciliğe hapsediliyor, ekstraktivizmi “dış mihrak” ve “bölücülere” karşı “milli kalkınma” olarak görebiliyor.
Diğer taraftan ekoloji hareketlerinin, toplumsal muhalefetin bu konuda hâlâ ikircikli, yer yer hayırhah tutum gösterdiği de açık. Ekoloji hareketi açısından bu yaklaşımın meşruiyetini üreten kendini “siyaset üstü” olarak vazetmesi. Savaş, güvenlik politikaları, Kürt sorunu gibi konuların ekolojik boyutuyla ele alınmasını istemek “siyaset”in alanına girmeyi gerektirir. Oysa yerellerdeki çevre platformları genellikle siyasetteki geleneksel sağ-sol bölümleri aşarak tekil sorun odağında herkesi birleştirme gayesi güdüyor. Bu da bazı konuları tartışmanın paranteze alınmasını gerektiriyor. Çeşitli gerici uzlaşmalar gelişiyor.
Ekolojik yıkımın durdurulması ile OHAL rejimi, faşist rejimin yıkılması, demokrasinin gerçekleştirilmesi gibi konular arasındaki bağın açık olmasına karşın günü kurtarmaya, üç beş ağacı kurtarmaya, bir projeyi durdurmaya odaklanan bir hareket olgusu var. Bu gerilimin aşılması, elbette ekoloji hareketinin -emek hareketinin de- iç mücadelesi ile oluyor. Mücadele içinde ve mücadele ederek insanlar, sorunlar, özneler, sistemler arasındaki bağları çözüyor ve ona göre de pozisyon alıyor. Siyasal mücadelenin oldukça ağır baskı koşullarında bile bu dönüşüm yaşanıyor.
Örneğin Doğu Akdeniz’deki gaz üzerine Yunanistan’la savaşa ramak kalan rekabete karşı sempozyumun örgütleyicilerinin de arasında olduğu çevre ve ekoloji örgütleri, geçtiğimiz yıl Kazma Bırak Kampanyası’nı başlattı. Türkiye’den, Yunanistan’dan ve Kıbrıs’tan ekoloji örgütleri, ayrıca Filistin, Portekiz, Fransa, Irak gibi ülkelerden tekil katılımlarla kampanya sürdürülüyor. Bu kampanya ile aslında dış politika ve güvenlik konusu olarak tartışılan bir konuya ekoloji örgütleri olarak barıştan, doğadan yana bir ses yükselttiler. İklim krizinin bu kadar tartışıldığı bir zamanda bu kampanya, BM çatısı altında Paris İklim Anlaşması kapsamında karbon emisyonlarını azaltma sözleri veren ülkelerin riyakârlığını ortaya çıkarıyor. Ayrıca Akdeniz havzasındaki ekoloji örgütleri arasında bağlar kurmaya da vesile olan bir çalışma. Fosil yakıt madenciliği, hem savaşı beslemesi hem de iklim krizinin temel kaynağı olmasıyla küresel bir moratoryum ihtiyacının olduğu bir alan. Savaşa karşı olmak ekstraktivizme karşı olmaktan geçiyor ve ekstraktivizme karşı olmak da savaşa karşı olmayı gerektiriyor, hele ki söz konusu Türk devleti olduğunda.
Mülteci sorunu, demokratlık yerine alternatif sağ dalgadan faydalanmayı seçen (HDP dışı) muhalefet tarafından gerici bir şekilde gündeme sokulmuş görünüyor. Sempozyumun tümüne yayılan proleterleşme vurgusuna mülteciliği ucuz, güvencesiz, vatandaşlık haklarından soyundurulmuş emek gücünün göçü olarak eklediğimizde, “Anadolu’nun AB’nin Çin’i haline getirilmesi” planı pek de abartılı görünmüyor. Türkiye, bölgesinin ortasında, ne emeğin ne de doğanın güvenceye sahip olduğu koca bir fabrikaya dönüşüyor. Bu güvencesizlik ile rekabete giriyor. Başaran Aksu’nun söylediği gibi: Askerden sonra (belki de artık NATO’nun ikinci en büyüğü olan ordusundan bile önce) en büyük ihraç malzemesi, proleterinin güvencesiz emeği ve talana açık doğası haline geliyor. Bu tabloda ekoloji mücadelelerinin bu en yüksek seviyede güç siyaseti ile ilişkili süreçleri (ki en iyi çözümleyenler emek ve çevre mücadelelerinin bağını kurabilenlerden çıkıyor) karşısında başat, birleştiren mücadele hattı olmasına ihtimal veriyor musunuz? Bunun sosyalist, ilerici mücadeleleri dönüştürmesi mümkün mü?
Küresel olarak sermayenin kurduğu yeni emek rejimi ve doğa rejimi, onun doğasına uygun olarak bir tarafta zenginliği öbür tarafta yoksulluğu, yıkımı, ölümü biriktiriyor. Bu ayrımın negatif tarafında olanların, emekçilerin, ezilenlerin yaşamak için bütün canlı yaşamı da ölümden kurtarmak zorunda olduğu bir süreç yaşıyoruz. Emekçiler sadece kendilerini kurtarmakla yetinemezler; çünkü sermayenin onlarda yarattığı yoksullaşma, aynı zamanda orman varlıklarının, biyoçeşitliliğin kaybı vb. nedenlerle gıdanın zehirlenmesi; toprağın, suyun, havanın zehirlenmesi biçiminde de yaşanıyor. Yani bizi sömürenlerden kurtulmanın anlamı değişmiş durumda. Çoraklaşmış, çölleşmiş bir ülkede, gezegende özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin anlamı kalır mı? Ekolojik sorun tam olarak böyledir. Sempozyumun amaçlarından biri tam da sorunu bu şekilde dönüştürmekti.
Küresel olarak yaşanan yıkıma rağmen henüz ekolojik sorunun bu şekilde kavrandığı bir düzeyde değiliz. Bu durum genel olarak sol, sosyalist hareketlerin 1970’lerden beri süregelen ideolojik ve politik krizleriyle de alakalı. Kapitalizmin yaşanan krizi sıkça 1929 krizine benzetilmesine rağmen kapitalizme karşı hareketler açısından aynı analojiyi kuramıyoruz. 1929’daki gibi güçlü sendikalar, komünist partiler, Sovyetler Birliği gibi bir güç yok ortada. Tersine ekolojik krizi, iklim krizini sistem sorunu olarak değil de fosil kaynakların kullanımıyla sınırlayan ve “temiz enerji”, “yenilenebilir enerji”ye geçişle “yeşil kapitalizm”le dünyanın kurtulacağını vazeden yeşil ideolojilerin hegemonyası söz konusu hâlâ. Sermaye yeşillenirken sermayenin kurbanı olanlar için “yeşil sorun” da dönüşmek zorunda kalıyor. Aynı zamanda sermayenin kurbanı emekçiler için de kurtuluşun anlamı değişiyor ve elbette kendini sermaye sınıfı karşısında işçi ve emekçilerin siyasi örgütleri olarak tarif edenler de toplumsal kurtuluş mücadelesinin anlamını, programını ve pratiğini bu değişime uydurmak zorunda. Bunlar kaçınılmaz süreçler.
Türkiye burjuvazisinin biri AKP döneminde gelişen inşaat, enerji, silah ve çeşitli hizmet sektörlerine dayanan, diğeri TÜSİAD’da cisimleşen Batı ile daha entegre, ağır sanayi dışında mâli sermaye gücünü de elinde bulunduran ikili yapısının uzlaştığı nokta, AKP’nin neoliberal programı uygularken emeği ucuzlatması, güvencesizleştirmesi ama onu sindirerek ya da rızasını alarak sömürüyü ağırlaştırması, sömürgeci boyunduruğu sürdürmesi ve kriz dönemlerinde bedeli halka ödetebilmesiydi. Mülteciler tam da bunu yapma yeteneğini kaybettiği bir süreçte AKP için çok yönlü bir araç oldu. AB ile şantaj, sermayeye ucuz emek gücü, politik İslamcılığın yaygınlaştırılması, şovenizmle devlet arkasına hizaya çekme. Ama yukarıda bahsettiğimiz üzere Türkiye’nin AB’nin Çin’i olması beklentisi, kimi sermaye gruplarının bir hevesi olarak kaldı, büyük oranda gerçekleşmedi. Rejimin içine düştüğü çoklu krizler onun uzun vadeli programlar uygulamasına izin vermediğinden bu tür bir ekonomik dönüşüm için gerekli adımlar atılmadı. Dolayısıyla sermaye için kısa, etkili bir ilaç işlevi gören mülteciler, bu etki geçtikten sonra artık toplumsal krizin bir parçası olarak öne çıktılar. Mülteciliğin savaş dışındaki ikinci ana sebebi olan iklim krizinin de bu süreci besleyeceği düşünüldüğünde ekoloji hareketlerinin önüne emek hareketiyle bağları güçlendirmek için bir hat daha çıkıyor. Sınıf kardeşleri olarak mültecilerle gelişecek her dayanışma pratiği, aynı zamanda ekolojik çöküşe karşı somutta yapabileceklerimize örnek oluyor. Mültecilerin sosyokültürel arkaplanlarının oluşturduğu bariyerleri aşmak, İslamcılığın etkisinden çıkarmak için o emek cehennemlerinde ciddi olanaklar mevcut.
Ekoloji hareketi açısından geldiğimiz noktanın geçen 10-20 yıla göre daha iyi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Solun, demokratik toplumsal güçlerin temel gündemlerinden biri artık ekoloji. Daha fazla çeviri, yazı üretimi söz konusu. Türkiye açısından en önemli siyasi odak olan HDK ve HDP’nin programının sacayaklarından birinin ekoloji olması bile başlı başına bir düzeyi ifade ediyor ama elbette olması gereken düzeyden geri olduğumuz da açık. Polen Ekoloji Kolektifi olarak kendi varoluşumuzu da bu açığı kapatmaya hasrediyoruz. Dünyadaki tartışmaları Türkiye’ye ve sol-sosyalist, devrimci güçlere taşımak, ekolojik sorun ile toplumsal sorunun iç içeliğini/özdeşliğini temel alan politikalar geliştirmek, bunları yerel çevre ve ekoloji hareketleri, örgütleri ile tartışarak mücadeleyi yeni alanlara taşımak, yeni örgütlenmeler geliştirmek istiyoruz.
Ekoloji direnişleri, mücadeleleri ekolojik çöküşün geldiği aşama ile şu an için kendiliğinden bir şekilde geniş kitleleri kendine çekmeye devam edecek ve bu siyaset de ister istemez herkesin kafasını buraya çevirmesine neden oluyor. Burjuva siyasi partilerin yeşillenen programlarına karşı bu direnişlerin ve mücadelelerin daha somut programlar etrafında birleşmesi mümkün. Elbette sol-sosyalist hareketler bu mücadelelerin organik bir parçası olmakla birlikte henüz öncülük rolünü üstlenmede, böyle bir programı öne çıkarmakta, mevcut kadro ve örgütlerini bu bilinçle donatmakta yetersizler. Ekolojik çöküşün kendini dayatmasıyla HDP’nin etrafında büyüyen, gelişen antifaşist mücadele cephesinin her türden ekolojik yıkıma karşı da kendini gösterdiğini şimdiden söyleyebiliriz. Halkın en direngen, en ilerici kesimleri ekoloji mücadelesinde HDP gibi toparlayıcı bir odağın gerekliliğini kendi deneyimleriyle görüyor. Tüm eksikliklerine rağmen bu bizim üzerinde yükseleceğimiz zemin.
Çok yakın zamanda İkinci Karabağ Savaşı’na şahit olduk. Bölgesel düşmanlıklar ve rekabet, egemenlerin doğa talanlarını meşrulaştırması için gereken milliyetçi şoven mühimmatı sağlıyor maalesef. “İnsanlığın işbirliği ve dayanışma içinde olması durumunda bu talanın yaşanması gerekmez” demek, sermayenin büyüme zorunluluğu ve bunun milliyet gibi çeşitli tarihselliklerle ve sosyal inşalarla ilişkisini yok saymak olacaktır ama yine de milliyetçilik ve savaş kesinlikle önemli bir doğa talanı kanalı. Bu konuda barışı savunan enternasyonalist ağlar geliştirilmesi konusunda bölgede ekoloji hareketleri ne durumda? Bu yönde çabalarınız var mı?
İşbirliği, dayanışma, kardeşlik, diğerkamlık gibi etik ilkeler elbette bizi harekete geçiren normlardır fakat yaşanan ekolojik örselenmenin, iklim krizinin müsebbibi ya da fiilen yürütücüsü olan sermaye sınıfını, onun kolektif işlerini yapmakla görevli olan devlet gücünü, bunlara temel olan kapitalist üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerin ulus-devlet ya da AB gibi bölgesel siyasal oluşumları, NATO gibi askeri oluşumları arasındaki bağı konusunda sessiz kalan, yokmuş gibi davranan teorilerin, çağrıların ne kadar iyi niyetli olsalar da beyhude oldukları açık. Ütopya “matarasında suyu/ torbasında ekmeği/ ve kemerinde kurşunu kalmamışları/ ayakta tutabilir” ve bu yüzden “başka türlü bir dünya”nın nasıl olacağına dair ütopyalar kurmaktan vazgeçmeyeceğiz ama harekete geçerken gerçek durum üzerinden stratejiler, programlar oluşturacağız, yani gerçekçi olacağız.
Bahsettiğiniz gibi Karabağ savaşında ya da en son Filistin’de olduğu gibi bu bölge, savaşın, yağmanın eksik olmadığı bir bölge. Bir yanda 90’larda boğazlaşmış Balkanlar, diğer yanda Rusya ve bölgesel güçler arasına sıkışmış bocalayan Kafkasya, diğer yanda her türlü etnik, dini, cinsiyetçi gericiliğin halkları birbirine kırdırdığı Ortadoğu. Bu coğrafyalar, ekolojik çöküşün de etkilerini gerek göç geçişleriyle, gerek kuraklık ve susuzlukla, gerek de aşırı sıcaklıklarla yaşanamaz hale gelen alanlarla en çok yaşayacak yerler. Su üzerinden bağlanmak örneğin, emperyalistlerin yanında bölgesel sömürgeci devletlere karşı mücadelede de halkların tek şansı. Çünkü diğer alternatifler, göç ve milliyetçi boğazlaşmalar, yani ölüm. Ekolojik restorasyon üzerinden buluşmak, köprüler kurmak halklar için tek yaşam şansı olabilir.
Küresel ekolojik örselenmeyi, iklim krizini kendi ülkemizdeki sermaye egemenliğine karşı iç mücadelenin konusu haline getirmek taktiği ile her ülkedeki sermaye karşıtı güçlerle ittifaklar, ortaklıklar geliştirme taktiğini bir ve aynı sürecin iki görünümü olarak görmek gerekir. Bu açıdan aslında oldukça geriyiz, daha doğrusu gerilediğimizi söyleyebiliriz. Biraz önce bahsettiğim Kazma Bırak Kampanyası kapsamında Yunanistan, Kıbrıs, Romanya, Makedonya’daki gruplarla biraz bu yönde adımlar atabildiğimizi söyleyebilirim. Gürcistan’da ENKA Holding’in baraj projesi vesilesiyle oradaki hareketle ilişki geliştirdik. Portekiz’den Climaximo hareketi ile ilişkilerimiz var. Ama genel olarak Ortadoğu, Ege-Akdeniz havzasındaki ve diğer ülkelerdeki ekoloji örgütleri ile ilişkilerimiz istediğimiz düzeyde değil. Bazı ağlar var ve biz de dahiliz. Ekososyalistler ağına, Halkın Glasgow Anlaşması iklim hareketi ağına dahiliz. Antikapitalist temelde bütün ekoloji örgütleri ile ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Ayrıca ekososyalist örgütlerle, bireylerle doğrudan iletişim kurmaya da çalışıyoruz. İletişim teknolojilerinin bunca geliştiği bir çağda bu adımları çok hızlı bir şekilde atmalı ve eş zamanlı eylemlerin somut biçimlerini olgunlaştırmalıyız. Somut hedef ve amaç bu. Elbette stratejik ve taktiksel farklılıklar mevcut ama temel ilkeler artık net. Geriye kalan, örgütlü mücadelede irade ve daha cesur adımlar.