JustPaste.it

b52630adba72b1a9e60eeecbc28779ed.png

Adı yaradır bu heykelin

 

 

 

“Adı yaradır bu çalışmamın. İçimdeki yaraydı çünkü, kendimce attım dışarı ya da ben öyle inandırmışım kendimi. Ama şimdi konuştukça görüyorum ki becerememişim. Acı, dağ gibi duruyor herkesin içinde.”

FİLİZ DENİZ

Heykeltraş Yeşim Şahin, Amed Newroz’unda polis kurşunuyla öldürülen Kemal Kurkut’un heykelini yaptı. Heykeli yaparken yaşadığı zorlanmayı, “Bir süre kendimi Kemal’in hayatındaki herkesin yerine koydum; anne oldum, kardeş oldum, belki varsa sevdiceği oldum. Oldum da oldum. Kendimce Kemal’in acısını büyütecek ne varsa yaptım, çünkü O’na baktım ve o acıya yakalandım” diye anlatıyor. Yaptığı heykeli Kurkut’un ailesine gönderen Şahin, “Bu benim unutmamak adına ya da o acıdan çıkmak adına kendim için yaptığım bir çalışmaydı” diyor.

Çıplak bedeni ve gitarıyla yerde yatan Kemal Kurkut heykelinin yaratıcısı Şahin’in sorularımıza yanıtları şöyle:

Kemal Kurkut’un vuruluşunu simgeleyen bir heykel yaptınız. Sizi böylesi bir çalışmaya iten duyguyu anlatır mısınız? Heykeli yaparken neler hissettiniz?

Aslında vuruluşunu değil de yokluğunu simgeleyen bir heykel desem daha uygun bir ifade olur. Evet Kemal… Adını zikredince, işte böyle yutkunuyorum. Diyeceksin niye? Ülkenin başından geçen tek acı mıdır? Yok, değildir elbet de. İnsanın canını yakan bir haber düştüğünde önüme, sadece okur yahut dinlerim, uzun uzun bakmam, bakamam. Bu belki de benim kendimi acıdan uzaklaştırma yöntemim. Çünkü zihnimden epeyce bir zaman çıkmıyor kolay kolay o acılar. Anne, baba, evlat gibi büyük acıların hepsine yakalanmış bir kadın olarak bu belki benim kendimi savunma durumum oluyor. Kederdendir. Ama Kemal’e baktım işte, hem de çok baktım. Gözüm kapalı elimde bir çamurla hemen hemen yüzünü yapacak kadar baktım ve nihayet düştüm ben de o kederin içine.

Kimse bilmez mesela, hiç konuşmamışım bunu. Bir süre kendimi O’nun hayatındaki herkesin yerine koydum; anne oldum, kardeş oldum, belki varsa sevdiceği oldum. Oldum da oldum. Kendimce Kemal’in acısını büyütecek ne varsa yaptım. Çünkü O’na baktım ve o acıya yakalandım. Hani bazen çok canın yanar da taş olursun ya, ne konuşabilir ne ağlayabilirsin. Aslında birini yapsan belki dinecek iç ağrın ama yapamazsın öyle çamura sığınırım ben de ve sığındım nihayetinde. Ama gitmedi, olmadı, yapamadım. Dokunduğum an kurumaya başlıyor toprak ve bir dokunup bin kurduğum için kafamda ilerleyemiyorum. İlerlemeliyim ki atayım içimdekini. Ama olmadı, ben de çamuru alıp attım bir kenara. Sonra vicdan azabı çekiyorum tabii. Sanki Kemal’i bu kez de ben atmışım gibi bir suçluluk, atölyeden dönünce oturuyor içime. Bir mahkeme çıkışı Kemal’in annesini dinledim. Baktım tekrar tekrar ve yeniden aldım çamuru elime. Kemal’in çalışma hikayesi böyle.

Daha önce buna benzer bir çalışmanız oldu mu?

Hayır, bu tarz bir çalışmam olmadı. Daha ziyade doğaya yahut dekorasyona dayalı işler yaptım. Sadece sergiler için  farklı çalışmalarım oldu ama baktığında kimse de bir şeye benzetemedi. Aslen ne yaptığım değil de ne yaşadığım mühim benim için. Ben bunu biliyorum; nasılsa rahatlığım var biraz da.

Ne zaman başladınız Kemal’in heykelini yapmaya. Ne kadar sürdü? Heykelde özellikle neyi öne çıkarmaya çalıştınız?

Zaman, hafıza kavramı bende sıfır sanırım. Bir yıl oluyor. O anı, o duyguyu çamura dokununca hissettiğimi, o anı çok net bilirim ama. Çalışmamda aslında bir şeyi öne çıkarmaktan ziyade içimdekini dışarı çıkarabilmekti meselem. Adı yaradır bu çalışmamın. İçimdeki yaraydı çünkü, kendimce attım dışarı ya da ben öyle inandırmışım kendimi. Ama şimdi konuştukça görüyorum ki becerememişim. İşte bu yüzden kaçıyorum acıya yakalanmaktan. Yaranın anatomisi aslen yokluk. Bir yoktan şekillendirip nihayetlendirmek mi? Belki evet. Çok şamotlu bir toprakla çalıştım, çok engebeli bir kil türü. Hayatı gibi belki kendimce her şeyle bir bağ kurdum aslında. Dağ yamacında o, doruğunda notaları, kemanı ve o çıplak, kemanının telleri de, Kemal’in üstü başı da yok. Onlar en masum olan. Dağlar özgürlüğü simgeler mi, kim bilir belki de. Bakan göz mühim bence.

 

Heykeli Kemal’in ailesine ulaştırabildiniz mi?

Bu benim unutmamak adına ya da o acıdan çıkmak adına kendim için yaptığım bir çalışmaydı aslında. Ama Kemal’in çalışmasını atölyeden eve getirdim. İki gün evde kaldı, ben çalışma odama girince irkiliyordum üzüntüyle. Anladım ki yeri burası değil; zaten aileye gitmesi konusunda karar vermiştim daha evvelden. Ama aileye ulaştıramadım. Malatya İnsan Hakları Derneği’ndeki (İHD) arkadaşlara rica ettim teslim etmeleri için. Kabul ettiler sağ olsunlar. Ben de sarıp sarmalayıp oraya yolladım; umarım yollarda başına bir iş gelmemiştir. Sican anne Silvan’da oğlunun yanında olduğu için, döndüğünde ulaştıracaklar kendisine. Sican annenin Kemal’in kendi odasında durması konusunda bir hassasiyeti vardı. Biz de Malatya’ya dönüşünü bekliyoruz şimdi.

Ailesinden birkaç kez kardeşlerle görüştük. Bilmiyorum ki nasıl ifade edilir… Yani bu ortaklaşmadan memnun olduklarını hissediyorum elbet ama durum üzerine çok cümle kurulacak bir konu değil ya biz de öyle tutuk/yutkunuk cümlelerle konuştuk işte. Konuştuğumda hissettiğim; acı öyle dağ gibi duruyor herkesin içinde…

Çalışmaya başladığınızda aileniz ve çevrenizden nasıl bir tepki aldınız peki?

Çalıştığım atölyede Kemal’in kim olduğunu bile bilmeyen insanların çokluğu beni incitti aslında. Durumu, yaşananları anlatmaktan ziyade, o acı üzerine konuşup, belki aynı hissiyatla susmak, korkmak, korkunç bir şey, yerinde saymak adına. Ama ailem beni bildiği için, eşim kardeşlerim, çocuklarım ve yakın dostlarım elbette desteklediler. Bir dostum da çok can yakan bir yorum yapmıştı. Demişti ki, ‘’Belki Kemal yaşasaydı senin bir serginde keman çalacaktı”. Bu beni en etkileyen yorumlardan biri olmuştu sanırım. Hissettiğim kocaman bir ahh işte…

Kemal için kaleme aldığınız bir yazıda şu ifadeler yer alıyordu: “Öğreniyordum ki; devlet tüm kibrini kuşanıp düşmüştü bir ananın ocağına acı diye, diline evlat diye, kalan ömrüne yas diye…” Çocukları devlet güçleri tarafından katledilmiş tüm annelere neler söylemek istersiniz?

 Evet, o cümlemin sonuna kadar arkasındayım. Bizi bu kibir öldürüyor, çocuklarımızı öldürüyor, geleceğimizi öldürüyor, umudumuzu, içimizin aydınlığını öldürüyor. Kibir karanlıktır ve karanlık çok korkunç. Ama o karanlıkla mücadele etmenin yolu da, ne kadar az kalırsak kalalım birlikte olmaktan geçiyor. Bir acıya birlikte sızlamıyorsa içimiz, o acıların sadece  koleksiyoneri oluruz. Daha da bir arpa boyunu geçmez umuda giden yolculuğumuz. Evlat annenin can damarı, evladını hele de bu şekilde yitirmiş annelere ne denilebilir ki? Ben kelimeleri yan yana getirmekte zorlanıyorum, bir şey demek ne haddime. O acıyı biliyorum ve geçmediğini geçemeyeceğini de biliyorum. O acılı kalple yaşamayı öğreniyor insan belki de…

Ve evet Cumartesi Anneleri… Onlar sadece Galatasaray Meydanı’nda olduğu sürece içinden çıkılamaz; koskocaman bir çile. Her yer Galatasaray Meydanı olmalı ki kimsenin gücü yetemesin bize, haklı sessizliğimize…


 

Yeşim Şahin kimdir?

 

İzmir doğumlu Yeşim Şahin’in annesi Bosna göçmeni, babası ise Pazarcıklı. Heykeltraş sanatçısı Şahin, seramik ve çini çalışması da yapıyor. İzmir’de birkaç atölye ile birlikte çalışan Şahin’in Urla’nın bir köyünde, küçük, sakin ve dingin bir çalışma hayatı var.