Banu Yıldıran Genç: ‘Ne Nobel’in ne Booker’ın saygınlığı kaldı’
Kültür/Sanat Haberleri —
Banu Yıldıran Genç
- “Banu Yıldıran Genç, hem bir edebiyat öğretmeni hem de etkileyici izlenimlerle bizleri aydınlatan çok iyi bir edebiyat takipçisi. Türkiye’den ya da dünyanın çeşitli coğrafyalarından öne çıkan, çoğunluğu yeni yayımlanmış kitaplar hakkında verdiği bilgileri takip eden geniş bir kitlesi mevcut.“
BİLGE AKSU
Edebiyatta yazarın, çevirmenin, yayınevi çalışanlarının görünen ya da görünmeyen emeklerinden az çok haberdarız. İşin mutfağındaki bu çaba her zaman en üst seviyede oldu. Yabancı kaynaklı ya da Türkçe edebiyatta sayısız kıymetli eser, bu sektördeki pek çok çalışanın ellerinden geçerek okuyucuya kadar ulaştı. Türkiye’nin bu hususta şanslı bir coğrafya olduğunu belirtmek gerek. Fakat bir de basılan çok sayıda kitap arasında kalan, neleri sevip sevmeyeceği konusunda kafası karışan bir okur kitlesi söz konusu. Onlar için en makul yol, ya hiç edebiyattan kopmamaları ya da onlar için bu elemeleri yapan kişileri yakından takip etmeleri.
İkinci yolu açan ve okuyucuya rehber olan kişilerden biriyle konuştuk bu hafta. Banu Yıldıran Genç, hem bir edebiyat öğretmeni hem de etkileyici izlenimlerle bizleri aydınlatan çok iyi bir edebiyat takipçisi. Türkiye’den ya da dünyanın çeşitli coğrafyalarından öne çıkan, çoğunluğu yeni yayımlanmış kitaplar hakkında verdiği bilgileri takip eden geniş bir kitlesi mevcut. Yıllar boyu Agos Kirk, Notos, Oggito gibi mecralarda yazdığı yazıları geçen yıl kitaplaştırdı. Geri Döndüğüm Yerler, 5 başlık altında gruplandırılmış, kısa ve orta uzunlukta 40 yazıdan oluşuyor. Yazarın dili akademik kuruluktan uzak ama gündelik dilin ne kadar şık kullanılabileceğine de bir örnek. Nitekim kitabın aldığı tepkiler de genelde bu yönde. Kendisiyle yazarlık serüvenini, edebiyatın yeni eğilimlerini ve elbette okullardaki eğitimin son durumunu konuştuk. Söyleşinin sonuna eklediğim bilgilerle edebi izlenimlerini paylaştığı hesaplarına ulaşabilirsiniz.
Öncelikle söyleşi için teşekkür ederim. İlk olarak ben, bu kitap fikrinin nasıl ortaya çıktığını sormak istiyorum. Epeydir farklı mecralarda yazıyorsun, nasıl oldu bu girişim?
Ben teşekkür ederim bu detaylı sorular için. Ben 1996’dan beri yazı yazıyormuşum, bu sürenin uzunluğunu aslında kitap fikri ortaya çıkınca anladım. 2007’ye kadar çok düzenli değildi ama Notos dergisinin yayın hayatına başlamasıyla düzenli, 2012’de Agos Kirk’in de devreye girmesiyle oldukça yoğun bir biçimde kitaplar üzerine yazı yazdım. Pek çok gazetenin kitap ekine de ara ara yazmışlığım var. 2020’lere doğru online mecralar Oggito ve Parşömen de eklendi yazı yazdığım yerlere. Artık bir değişiklik istediğim için online mecralara kitaptan yola çıkan denemeler yazmaya başladım. Böyle böyle epey yazı birikmiş. Yine de kitap gibi bir fikrim yoktu. Hatta Semih Gümüş “Yazılarını dosya hâline getir bence, kitap olmalı artık.” dediğinde ilk cevabım “Kim n’apsın benim kitabımı?” oldu. Hâlâ da böyle düşündüğüm oluyor. Bunca okunması rüya gibi geliyor o nedenle. Semih Gümüş bana bunu söylediğinde oğlum 11. sınıftaydı, dedim ki “Oğlan bir üniversiteye gitsin, kafam rahatlasın, öyle düşüneyim.” Gerçekten de oğlanın okulu, pandeminin getirdiği daha doğrusu götürdüğü dikkat ve beyin hücreleri derken ancak 2021 yazında dosyayı yazılarımı eleye eleye, dilini değiştire değiştire, tematik olarak gruplandırarak hazırladım. Orayı yuva bildiğim için Notos’tan çıkmasını çok istiyordum, zorlandık, uğraştık ama öyle de oldu.
Kitabın kurgusunda belirli konulardaki yazıların gruplandırıldığını görüyoruz. Bu da arka arkaya nostaljik ya da hüzünlü yazılarını okumamız demek. Ki beni en çok etkileyen başlık azınlıklarla ilgili olandı. Rum, Ermeni, Kürt, Alevi kimlikleri nedeniyle kimi toplulukların geçmişte yaşadığı şeyler bir bir hatırlatılmış. Bu konuda zengin bir birikimimiz var maalesef. Sence bunlar üzerinde yeterince durulabildi mi edebiyatta?
Keşke böyle zengin bir birikimimiz olmasaydı. Ne edebiyatta ne de diğer sanatlarda bu konuların üzerinde yeteri kadar durulduğunu düşünüyorum. Önce suçumuzu kabul etmemiz ve yüzleşmemiz gerekiyor. Ondan sonra sanata yansıması artar. Üstelik bugüne kadar yansıyanlar mağdur taraftan aktarıldı genelde, yüzleşsek yaşanan bu katliamların, pogromların fail tarafından da bakan, yüzleşmeye katkısı olacak yapıtlara dönüşme ihtimali artardı. Bugün Amerikan yerlilerin yaşadıklarını, Nazi Almanya’sında yapılanları aktarır, sanata dönüştürürken “dedelerini, babalarını” fail olarak göstermekten çekinmeyen pek çok sanatçı var. Bizim oraya gelmemiz sanırım çok zor. On sene evvel daha umutlu cevaplar verebilirdim ama şu an maalesef durumumuz pek iç açıcı değil.
Yine de pek çok Alevi, Kürt, Ermeni yazar yaşananları konu edindi, iyi ki edindi. Özellikle 2015’te, 1915’in yüzüncü yılı olması sebebiyle pek çok roman, öykü, anı yayımlandı bu konuda. Fakat edebiyatımızda bu tip bıçak sırtı konuların eski toplumcu gerçekçi anlayışla, kör gözüm parmağına biçiminde anlatılması da sorun bence. Pek çoğu öyleydi ve silinip gitti bile. Kitapta bu konularda “Ah Almış Topraklar” bölümünde yer verdiğim romanların, öykülerin hepsini sevdim. Ama elbette daha pek çok Alevi, Ermeni, Rum, Kürt yazar sayabiliriz geçmişte ve bugün yapılanlara değinen.
Dünya edebiyatını çok iyi takip ediyorsun. Son yılların özetini isterim senden. Örneğin hangi eğilimler daha öne çıkmaya başladı, nasıl bir tarz istiyor okuyucu?
Dünya edebiyatını takip ediyorum ama sevdiğim yerlerden ediyorum. Ben Latin Amerika edebiyatının hastasıyım. Son yıllarda bence yükselen ve bunu sonuna kadar hak eden bir edebiyat damarı var orada. Ve peşin peşin söyleyeyim, alakamız yok. Geçmişle böylesine hesaplaşan, cuntayla, mafyayla derdi bitmeyen ve bunu modern edebiyata mükemmel bir biçimde yedirerek yapan genç yazarlar var orada. Büyülü gerçekliği reddedip tam tersine “böyle böyle oldu kardeşim” diyerek hesaplaşıyorlar. Şili’den tutun Brezilya’ya kadar, her yerde. İngiltere ve Amerika’da epeydir ‘retelling’ denilen mitolojik destanları, hikâyeleri, hatta klasikleri yeniden, özellikle de kadınlar tarafından tekrar yorumlayan romanların popülaritesi var. Kuzey Avrupa bildiğimiz gibi, dertsiz hayatlarında varoluşlarıyla, yaşamı anlam çabalarıyla uğraşıyorlar. Hor gördüğüm anlamı çıkmasın, o kadar güzel yazıyorlar ki şu dertli hayatımda seve seve okuyorum.
Tüm bunların dışında ise oto-kurmaca denen ve yazarın kendini okurun gözünde neredeyse çırılçıplak soyarak var ettiği bir tür yükselişte. Geçen yılın Nobel’lisi Annie Ernaux’dan tutun Vigdis Hjorth’a, Édouard Louis’ya kadar pek çok yazarı dahil edebiliriz. Özellikle kadınların ve lubunyaların daha etkili oldukları bir akım bence. Geleceğe kalır mı, çok öznel vs. gibi yorumlar da oluyor ama ben edebiyat tarihinde en cesur çıkışlardan biri olarak görüyorum. İyi de yazıldıysa, elbette geleceğe kalır. Ve son yıllara dair bence en net söylenecek şey ödül sisteminin bitmişliği. Ne Nobel’in ne Booker’ın saygınlığı kaldı.
Bu durumu ortaya çıkaran neydi sence? Yani ödül mekanizması her zaman sorgulanmıştır ama son dönemde apayrı bir noktadayız gerçekten. Gözlemlerin neler?
Nobel Edebiyat Ödülü’yle ilgili yıllardır söylenen şeyler var zaten. Yazarın sansasyonel politik çıkışları olması gerektiği vs... Bunlar yüzde yüz gerçek olmasa bile belli bir gerçekliği var, Orhan Pamuk örneğinden bile biliyoruz. Sonrasında Bob Dylan’la iyice eleştiri oklarına hedef olunca son yıllarda bir nebze düzeldi sanki ödül anlayışları ama bu arada güven sarsılmıştı tabii. Booker Ödülü sosyal medyayla beraber iyice popülerleşti, ülkemizde bile bir pazarlama yöntemi oldu. Uzun liste duyurusu, geri sayım, kısa liste duyurusu, geri sayım derken üstünde bahis oynanan bir mecra haline geldi. Geçmişten bugüne pek çok şaibe vardı zaten ama örneğin Elif Safak’ın habire habire listelere alınması bile beni yeterince huylandırıyor.
Türkiye’de de sistemin farklı olduğunu düşünmüyorum. Son derece saygın olduğunu düşündüğüm bir öykü ödülü onu en son alabilecek yazara verildi. Geçen sene başka bir yarışmada hep aynı yayınevleri vardı ve çok konuşuldu. Sanırım piyasa büyüyünce, sosyal medya işin içine girince, her yazar mecburen kendi pr’cısı olunca işin tadı kaçtı.
Türkiye’den devam edersek, epey kaotik zamanlar geçirdik. Ardı ardına gelen çok sayıda travmatik deneyimimiz oldu. (Gezi, darbe, Suruç, patlamalar vs) Bunların edebiyatta yansımaları ne ölçüde görülüyor? Ya da görmek için henüz erken mi?
Gezi’nin üzerinden daha altı ay geçmişken popüler diye öykü derlemeleri, romanlar pırtlamıştı, hepsi unutuldu çok şükür. Ama artık yavaş yavaş sinemaya, edebiyata konu olması lazım. Patlamaların göründüğü romanlar da var, birinden ben de kitapta bahsetmiştim, “Arı Fısıltıları”, epey de ustalıkla işlemişti 10 Ekim katliamını. Yine de az ama şu atmosferde, şu üzerimizdeki ölü toprağı serpilmiş havada, her şey anında suç unsuru oluyor ve göstermelik mahkemeler düzenleniyorken, kim yazacak, nasıl yazacak, ben de bilmiyorum. Son on seneye kadar yine bir şeylerin değişeceği umudu taşıyordu sanatçılar, şu an asıl büyük kaybımız buna olan inancımız.
Yaptığın işler arasında öğretmenlik de var. Esasen bu meslek kitlelere ulaşmak ya da onların belirli konulardaki eğilimlerini anlamak için oldukça ideal. Yeni nesille ilgili söylenen genel geçer çıkarımlara katılıyor musun? Gözlemlerin neler?
Yeni nesli sürekli kötüleyenlerden değilim neyse ki. Toplumsal mühendisliğin, on yıllardır eğitimde değiştirilerek gelinmek isteyen noktanın ürünleri bu çocuklar. Tabii ben büyükşehirde ve merkezdeki bir okulda öğretmenlik yapıyorum, şanslıyım. Eskiye göre daha dindar, daha ırkçı eğilimler taşıyorlar, tüm dünyada olduğu gibi sağa kayış devam ediyor. Bir yandan da algıları inanılmaz açık, çok çabuk öğreniyorlar. Toplumsal cinsiyet, LGBTİ+, politik doğruculuk, bedenleriyle barışıklık gibi konularda bizim kuşaklardan fersah fersah ilerideler. Toplumdaki kamplaşmadan da azadeler, bambaşka fikirde de olsalar, ayrı uçlarda da dursalar, anlaşmanın yolunu buluyorlar. Açıkçası ben de merak ediyorum, bir on yıl sonra bu gençler için ne düşüneceğimizi.
Bütün dünyada görülse de Türkiye’de ekstra öne çıkan bir eğilim mevcut. Büyük bir ırkçı ve sağ faşist dalganın geldiği görülüyor. Bunun öğrencilerdeki yansımaları nasıl? Eskisine göre ‘daha dikkatli’ davranmak gerekiyor mu örneğin?
Ben 15 Temmuz’dan ve o dönem yaratılan muhalif eşittir Fetöcü algısının başlamasından beri daha dikkatliyim. Öğretmenliğe yeni başladığım yıllardaki rahatlığım kesinlikle yok ama bu ince ince işlenen politikaların sonucu tabii, çocukların suçu değil. Her şeye rağmen, onların kafasına hiç oturmayacak bir fikrinizi dahi beyan etseniz, size saygı duyup seviyorlarsa, siz de onlara saygı duyuyorsanız pek sorun yaşanmıyor sanki. Geçen sene Sabahattin Ali romanını “Ben bu adamı okumam” diyerek geri veren bir öğrenciyle sene sonunda Aşiyan’da gitar çalıp şarkı söylüyorduk. Fikirleri değişti mi, sanmıyorum ama farklılığa tepki göstermemeyi öğrendi. Bu konuda gençler gayet açıklar bence.
Son sorum da eğitim ve edebiyatı birleştirerek gelsin. Okuma alışkanlıklarının epey azaldığı söyleniyor. Sahadaki gözlemlerin neler? Öğrenci kitlesinin başta odaklanma sorunlarından kaynaklanan bu durumunu düzeltmek mümkün mü sence? Ne yapmak lazım?
Valla bunu kendi oğlumdan da söyleyebilirim, okuma alışkanlığı kesinlikle azaldı. Bunca uyaran, bunca dikkat dağıtacak mecra, bunca telefon uygulaması, oyun, sosyal medya varken son derece normal. Ki bu şikâyeti yaşıtlarımızdan da duyuyoruz. Ne yapmak lazım bilmiyorum. Ben pandemiden beri evde film izleyemiyorum mesela.
Okuma alışkanlığı okulda kazanılacak bir şey değil. Evde okuyan anne-baba-abla-abi gören çocukta oluyor genelde. Bizdeki müfredatla zaten okumaktan soğutuyoruz. Yıllardır söylediğim bir şey var, MEB bize özgünlük ve özgürlük verebilse, ben dönemde tek bir kitap seçer, sayfa sayfa, satır satır okurum öğrencilerle, illa ortak seveceğimiz bir şey buluruz, polisiye bile olur, edebiyatı da a’dan z’ye öğretirim bu şekilde ama maalesef müfredatlara ve ortak sınavlara hapsedilmiş durumdayız. Youtube kanalı açıp karşımda öğrencilerim varmış gibi roman anlatmam belki de bu isteğimden kaynaklandı.
Youtube: https://www.youtube.com/@banuyildiran
Instagram: https://www.instagram.com/banushka00/