Yeni bir yaşam tarzı icat etmemiz gerekecek
- Covid'den sonra normale dönüş olmayacak. İnsanlık sonrası bir döneme giriyoruz ve yeni bir yaşam tarzı icat etmemiz gerekecek.
SLAVOJ ZİZEK
Salgının var olma şeklimizi sonsuza dek değiştirdiğini kabul etmenin zamanı geldi. Şimdi insan türü, “yeni normalliğin” ne şekilde olacağına karar vermek için son derece zor ve sancılı bir sürece girmeli.
Dünya 2020'nin büyük kısmında pandemiyle yaşadı, ama Aralık ayı başlarında, Avrupa medyasının “ikinci dalga” olarak adlandırdığı şeyin ortasında, bu salgınla ilgili durumumuz nedir? İlkin, birinci ve ikinci dalga arasındaki ayrımın Avrupa’ya odaklandığını unutmamalıyız: Latin Amerika'da virüs farklı bir yol izledi. Zirveye iki Avrupa dalgası arasında ulaşıldı ve şimdi Avrupa bunlardan ikincisini çekerken, Latin Amerika'daki durum marjinal olarak iyileşti.
Ayrıca pandeminin farklı sınıfları (yoksullar daha kötü etkilendi), farklı ırkları (ABD'de siyahlar ve Latinler çok daha fazla acısını çekiyor) ve farklı cinsiyetleri nasıl etkilediğindeki farklılıkları da akılda tutmalıyız.
Ve pandeminin küçük kötülüklerden biri olarak görüldüğü, savaş, yoksulluk, açlık ve şiddet nedeniyle durumun çok kötü olduğu ülkeleri de özellikle dikkate almalıyız.
Örneğin Yemen'i düşünün. Guardian'ın aktardığı üzere, “Hastalığın peşini bırakmadığı bir ülkede, Covid zar zor kayıt oluyor. Savaş, açlık ve yıkıcı yardım kesintileri, Yemenlilerin içinde bulunduğu kötü durumu neredeyse dayanılmaz hale getirdi.” Benzer şekilde, Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki kısa Ekim-Kasım savaşı patlak verdiğinde, COVID açıkça daha az öncelikli hale geldi. Bununla beraber, bu karmaşaya rağmen, ikinci dalgayı birinci dalganın zirvesiyle karşılaştırırken yapabileceğimiz bazı genellemeler var.
Virüs hakkında keşfettiklerimiz
Başlangıç olarak, bazı umutlar boşa çıktı. Sürü bağışıklığı işe yaramıyor gibi görünüyor. Ve ölümler Avrupa'da rekor düzeyde, bu yüzden virüs her zamankinden daha fazla yayılıyor olsa da, virüsün daha hafif bir varyasyonuna sahip olduğumuz umudu geçerli değil.
Birçok bilinmeyenle, özellikle de virüsün nasıl yayıldığıyla ilgili olanlarla, uğraşıyoruz. Bazı ülkelerde, bu nüfuz edilemezlik, özel ev toplantıları ve işyerleri gibi suçluları umutsuzca aramaya yol açtı. Sıkça duyulan “virüsle yaşamayı öğrenmemiz gerektiği” söz sadece ona teslimiyetimizi ifade ediyor.
Aşılar umut verirken, tüm dertlerimize sihirli bir şekilde son vermelerini ve eski normalliğin geri dönmesini beklememeliyiz. Aşıların dağıtımı en büyük ahlaki sınamamız olacak: Tüm insanlığı kapsayan evrensel dağıtım ilkesi hayatta kalacak mı, yoksa fırsatçı tavizlerle seyreltilecek mi?
Pek çok ülkenin izlediği modelin –pandemiyle mücadeleyle ekonomiyi canlı tutma arasında bir denge kurma modelinin– sınırlamalarının git gide daha fazla sergilendiği de ortadadır.
Gerçekten işe yarayan tek şey radikal karantinadır. Örneğin, Avustralya'daki Victoria Eyaleti’ni ele alalım: Ağustos ayında günde 700 yeni vaka görüldü ama Kasım sonunda Bloomberg, "ABD ve birçok Avrupa ülkesi artan enfeksiyonlar veya yenilenen karantinalarla boğuşuyorken, yeni virüs vakası olmadan 28 gün geçtiğini, bunun da kıskanılacak bir rekor olduğunu” bildirdi.
Ve akıl sağlığı ile ilgili olarak, geriye dönüp baktığımızda, ilk dalganın zirvesinde insanların bir tehditle karşılaştıklarında gösterdikleri tepkinin normal ve sağlıklı bir tepki olduğunu söyleyebiliriz: Enfeksiyondan kaçınmaya odaklanmışlardı. Sanki çoğunun zihinsel sorunlar için vakti yoktu. Günümüzde zihinsel sorunlar hakkında çok fazla şey söylense de, insanların salgınla ilişkilenmesinin esas biçimi, farklı unsurların garip bir karışımıdır. Artan enfeksiyon sayısına rağmen, çoğu ülkede pandemi hâlâ çok ciddiye alınmamaktadır. Tuhaf bir biçimde, “hayat devam ediyor.” Batı Avrupa'da, birçok insan Noel'i kutlayıp kutlayamayacaklarıyla, alışveriş ya da normal kış tatillerini yapıp yapamayacaklarıyla daha fazla ilgileniyor.
Korkudan depresyona geçiş
Bununla birlikte, bu “hayat devam ediyor” duruşu –bir şekilde virüsle yaşamayı öğrendiğimizin işaretleri– en kötüsü sona erdiği için rahatlamanın tam tersidir. Bu “hayat devam ediyor” duygusu, umutsuzlukla, devlet düzenlemelerinin ihlalleriyle ve onlara karşı protestolarla içinden çıkılmaz bir biçimde karışıyor. Sunulan net bir bakış açısı olmadığından, işin içinde korkudan daha derin bir şey var: korkudan depresyona geçtik. Açık bir tehdit olduğunda korku hissederiz ve uğraştığımız şeye ulaşmamızı engelleyen engeller tekrar tekrar ortaya çıktığında hayal kırıklığı hissederiz. Ancak depresyon, arzumuzun kendisinin yok olduğunu gösterir.
Böyle bir yönelim bozukluğu algısına neden olan şey, nedenselliğin açık düzeninin bize tedirgin edici görünmesidir. Avrupa'da enfeksiyonların sayısı, belirsiz olarak kalan nedenlerden dolayı, artık Fransa'da düşüyor ve Almanya'da artıyor. Kimse tam olarak nedenini bilmese de, birkaç ay önce pandemiyle nasıl başa çıkılacağına dair model olarak el üstünde tutulan ülkeler artık pandeminin en kötü kurbanları. Bilim insanları farklı varsayımlar üzerine kafa yoruyor ve bu benzeşmezlik, kafa karışıklığı hissini güçlendiriyor ve zihinsel krize katkıda bulunuyor.
Bu yönelim bozukluğunu daha da güçlendiren şey, pandemiyi karakterize eden farklı seviyelerin karışımıdır. Önde gelen Alman virolog Christian Drosten, pandeminin sadece bilimsel ya da sağlıkla ilgili bir görüngü değil, doğal bir felaket olduğuna dikkat çekti.
Buna aynı zamanda sosyal, iktisadî ve ideolojik bir görüngü olduğu da eklenmelidir: gerçek etkisi tüm bu unsurları içerir.
Örneğin CNN, Japonya'da, 2020 yılının tümü boyunca COVID’den ölenlerden daha fazlasının Ekim ayında intihardan yaşamını yitirdiğini ve en çok etkilenenin kadınlar olduğunu bildirdi. Ama bireylerin çoğu, pandemi nedeniyle kendilerini içinde buldukları kötü durum nedeniyle intihar etti, bu yüzden onların ölümü, pandeminin sebep olduğu dolaylı tahribattır.
Salgının ekonomi üzerindeki etkisi de söz konusudur. Batı Balkanlar'da hastaneler çıldırma noktasına sürüklendi. Bosna'dan bir doktorun dediği gibi, “Birimiz üç kişinin işini yapabilir ama, beşininkini yapamaz.” France24'ün bildirdiği üzere, bu kriz “beyin göçü krizi, umut vaat eden genç doktorların ve hemşirelerin yurtdışında daha iyi ücret ve eğitim arayışıyla ülkelerini terk etmeleri” üzerine düşünmeden anlaşılamaz. Öyle ki, tekrarlayacak olursak, pandeminin yıkıcı etkisine işgücü göçünün de neden olduğu açık.
Sosyal hayatımızın kayboluşunu kabul etmek
Bu nedenle, bir şeyin kesin olduğu sonucuna güvenle varabiliriz: Pandemi gerçekten üç dalga halinde ilerlerse, her dalganın genel karakteri farklı olacaktır. İlk dalga, anlaşılır bir şekilde dikkatimizi sağlık sorunlarına, virüsün tahammül edilemez bir düzeyde yayılmasını nasıl önleyeceğimize odakladı. Bu yüzden çoğu ülke karantinayı, sosyal mesafeyi vb. benimsedi. İkinci dalgada enfekte olanların sayısı çok daha yüksek olmasına rağmen, uzun vadeli ekonomik sonuçlardan korkma duygusu yine de artıyor. Ve aşılar üçüncü dalgayı engellemeyecekse, dalganın odak noktasının zihinsel sağlık, normal sosyal yaşam olarak algıladığımız şeyin ortadan kalkmasının yıkıcı sonuçları olacağından emin olabiliriz. Bu nedenle aşılar işe yarasa bile zihinsel krizler devam edecektir.
Karşılaştığımız nihai soru şudur: “Eski” normalliğimize dönüş için çabalamalı mıyız? Yoksa pandeminin yeni bir “insan sonrası” (insan olmanın ne anlama geldiğine dair baskın anlayışımıza göre “insan sonrası”) çağa girdiğimizin işaretlerinden biri olduğunu kabul mü etmeliyiz? Bunun sadece psişik yaşamımızı ilgilendiren bir seçim olmadığı açık. Bir anlamda “ontolojik” olan bir seçimdir, gerçeklik olarak deneyimlediğimiz şeyle tüm ilişkimizle ilgilidir.
Pandemiyle en iyi nasıl başa çıkılacağı konusundaki çatışmalar, farklı tıbbi görüşler arasındaki çatışmalar değildir; ciddi varoluşsal çatışmalardır. Teksaslı bir sohbet programı sunucusu Brenden Dilley neden maske takmadığını şöyle açıklıyor: “Bir aptal olmaktansa ölmek daha iyidir. Evet, harfi harfine bunu söylüyorum. Şu anda aptal gibi görünmektense ölmeyi tercih ederim.” Dilley maske takmayı reddediyor çünkü onun için maskeyle dolaşmak, en temel düzeyinde insanlık haysiyetiyle bağdaşmıyor.
Söz konusu olan, insan yaşamına karşı temel duruşumuzdur. Bizler –Dilley gibi– bireysel özgürlüklerimize tecavüz edilmesini reddeden liberterler miyiz? Çoğunluğun iktisadî refahı için binlerce yaşamı feda etmeye hazır faydacılar mıyız? Bizi yalnızca sıkı bir devlet denetimi ve düzenlemesinin kurtarabileceğine inanan otoriterler miyiz? Salgının doğadan gelen bir uyarı, doğal kaynakları sömürmemizin bir cezası olduğunu düşünen New Age ispritizmacıları mıyız? Tanrı'nın bizi sadece sınadığına ve nihayetinde bir çıkış yolu bulmamıza yardım edeceğine mi inanıyoruz? Bu duruşların her biri, insanların ne olduğuna dair belirli bir görüşe dayanıyor. Bu, bir anlamda hepimizin filozof olduğumuz düzeyle ilgili.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak, İtalyan filozof Giorgio Agamben, pandemiye karşı alınan önlemleri kabul edersek, insan varlığımızın özü olan açık sosyal alanı terk etmiş olacağımızı ve bilim ve teknoloji tarafından denetlenen, devlet yönetimine hizmet eden yalıtılmış hayatta kalma makinelerine dönüşeceğimizi iddia ediyor. Öyle ise, [ona göre] evimiz yanıyor olsa bile, yaşama normal bir şekilde devam etme cesaretini toplamalı ve sonunda haysiyetli bir biçimde ölmeliyiz. Şöyle yazıyor: “Yaptığım hiçbir şey ev yanıyorsa bir anlam ifade etmiyor. Yine de ev yanıyor olsa bile, eskisi gibi devam etmek, her şeyi dikkatli ve hassas bir şekilde yapmak, belki de öncekinden daha fazla –kimse fark etmese bile– zorunludur. Belki de hayatın kendisi yeryüzünden kaybolacak, belki de iyi ya da kötü, yapılanlara dair hiçbir anı kalmayacaktır. Ama eskisi gibi devam ediyorsun, değişmek için çok geç, artık zaman yok.”
Agamben'in uslamlama çizgisindeki bir belirsizliğe dikkat edilmelidir: “evin yanmasının” sebebi, pandemi, küresel ısınma vb. midir? Yoksa pandeminin gerçekliğine (aşırı) tepki gösterdiğimiz için mi evimiz yanıyor? “Bugün alev biçimini ve doğasını değiştirdi, dijital, görünmez ve soğuk hale geldi –ama tam da bu nedenle daha da yakın ve her an bizi çevreliyor.” Bu satırlar kulağa Heideggerci geliyor: Bu satırlara göre, temel tehlike, pandeminin, tıp biliminin ve dijital denetimin ona olan tepkimizi düzenleme şeklini nasıl güçlendirdiği.
Neden eski yaşam tarzımızı sürdüremeyiz
Bu, Agamben'e karşı çıkarsak, insanlığın kaybedilmesine boyun eğmemiz ve alıştığımız sosyal özgürlükleri unutmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Bu özgürlüklerin aslında göründüğünden çok daha sınırlı olduğu gerçeğini görmezden gelsek bile, paradoks, ancak bu yok oluşun sıfır noktasından geçerek, gelecekteki yeni özgürlükler için alanı açık tutabileceğimizdir.
Eski yaşam tarzımıza sadık kalırsak, kesinlikle yeni barbarlıkla son bulacağız. ABD ve Avrupa'da, yeni barbarlar –Nisan ayında Trump'ın ülkeyi “doktorlardan geri almasıyla” (yani bize tek yardım edebilecek olanlardan geri almasıyla) böbürlenen Donald Trump'ın damadı Jared Kushner gibi– tam da kişisel özgürlük ve haysiyet adına anti-salgın önlemlerini şiddetle protesto edenlerdir.
Bununla birlikte, metninin en son paragrafında Agamben'in yeni bir insan sonrası tinsellik biçiminin ortaya çıkma olasılığını açık bıraktığına dikkat edilmelidir. “Bugün insanlık, kuma çizilen ve dalgaların sildiği bir yüz gibi yok oluyor. Ama onun yerini alanın, artık bir dünyası yoktur; güç ve bilimin hesaplamalarının insafına kalmış, tarihi olmayan çıplak ve sessiz bir yaşamdır. Bununla beraber, belki de, ancak bu enkazdan başlayarak başka bir şey yavaşça ya da aniden ortaya çıkabilir –kesinlikle bir tanrı değil, ama başka bir insan da değil– belki yeni bir hayvan, başka bir şekilde yaşayan bir ruh..."
Agamben, burada Foucault'nun bir kıyıda dalgalar tarafından silinen kuma çizilen bir figür gibi kaybolan insanlığa atıfta bulunduğu Les mot et les ches'inden [Kelimeler ve Şeyler] ünlü satırlara atıfta bulunuyor. İnsan sonrası çağ denebilecek çağa enikonu giriyoruz. Pandemi, küresel ısınma ve –psişik yaşamımıza doğrudan dijital erişim dahil– hayatımızın dijitalleşmesi, insan olmamızın temel koordinatlarını aşındırdı.
Öyleyse insanlık (sonradan) nasıl yeniden keşfedilebilir? İşte bir ipucu. Giorgio Agamben, koruyucu maske takmaya muhalefetinde Fransız filozof Emmanuel Levinas'a ve onun, yüz “benimle konuşur ve böylece beni, uygulanan bir iktidarla orantısız bir ilişkiye davet eder” iddiasına atıfta bulunuyor. Yüz, bir başkasının bedeninin, içinden Öteki'nin ölçülemez Ötekiliğinin uçurumunun sızdığı bölümüdür.
Agamben'in vardığı aşikar sonuç, koruyucu maskenin, yüzü görünmez kılarak, bir insan yüzü tarafından yankılanan görünmez uçurumun kendisini görünmez hale getirdiğidir. Gerçekten mi?
Bu iddiaya açık bir Freud’yen cevap bulunmaktadır: Freud, analitik bir seansta –iş ciddiye bindiğinde, yani sözde ön karşılaşmalardan sonra– hasta ve analistin neden yüz yüze görüşmediklerini çok iyi biliyordu. Yüz, en temel haliyle bir yalandır, nihai maskedir ve analist, Öteki'nin uçurumunu yalnızca yüzünü GÖRMEYEREK kabul eder.
İnsanlık sonrası meydan okumayı kabul etmek tek umudumuzdur. ‘(Eski) normalliğe geri dönüşü’ hayal etmek yerine, yeni bir normalliği inşa etmek için zor ve sancılı bir sürece girmeliyiz. Bu inşa, tıbbi ya da İktisadî bir sorun değil, derinlemesine siyasi bir sorundur: Tüm toplumsal yaşamımızın yeni bir biçimini icat etmeye mecburuz.
Çeviri: S. Erdem Türközü
Kaynak metin: https://www.rt.com/op-ed/508940-normality-covid-pandemic-return/