JustPaste.it
2e6e35538bdc21acc9eb92d98ddba131.jpg

Miquel Ramos

Faşizm yükseliyor, peki ya direniş?

Dosya Haberleri —

1 Aralık 2025 Pazartesi - 20:00

 

Valencialı yazar Miquel Ramos’la İspanyolca yayımlanan Antifascistas kitabı ışığında faşizmin yükselişini ve antifaşist mücadeleyi konuştuk

 

  • Franco döneminin toplumsal mirası hiçbir zaman tamamen kaybolmadı. Anti-faşist bir toplumsal eğitim yapılmaması, “yaraları yeniden açmama” bahanesiyle tarihsel hafızanın bastırılması ve tüm bunların küresel bağlamla birleşmesi, aşırı sağ bir partinin İspanya’da normalleşmesini mümkün kıldı.
  • Bugün aşırı sağın yükselişi geniş kesimlerde ciddi bir endişe yaratıyor... Anti-faşist hareket, özerk, dağınık ve çok çeşitli gruplardan oluşuyor. Asıl hedef, anti-faşizmin parçası olan tüm hareketleri susturmak. Aşırı sağın otoriter bir devlete doğru ilerleyebilmesi için bu sessizliğe ihtiyacı var.

54d6c6b05130f46a927d09d3b17efbd0.png

DEVRİŞ ÇİMEN / BASEL

 

İspanya’da faşist Francisco Franco’nun ölümüyle birlikte diktatörlükten demokrasiye geçişin üzerinden 50 yıl geçti. Ancak, ülkenin son yıllarda yaşadığı siyasi gelişmelerde "aşırı sağcı" olarak nitelendirilen faşist mirasa dayanan partilerin yükselişi ülke siyasetini bölmüş durumda. Vox partisinin yükselişi İspanya'da tehlike olarak değerlendiriliyor. Aşırı sağ olarak değerlendirilen faşist partilerin yükselişi İspanya ile sınırlı olmayıp özellikle Batı'da bir fenomene dönüşmüş durumda. Faşist partilerin bir toplumsal dönüşüm ihtimaline karşı kapitalizmin bekçi köpeği rolünü üstlendiğine dikkat çeken yazar Miquel Ramos, günümüzde dünya çapında gerici bir enternasyonalin şekillendiğini de işaret ederek, “Milyarderler, büyük sermaye sahipleri, iş insanları; partileri, aşırı sağ aktörleri, düşünce kuruluşlarını ve sosyal medya fenomenlerini finanse ediyorlar” dedi. Batı Avrupa’da son 10 yıldır ırkçı düşüncelere sahip siyasi partilerin yükselişini, İspanya devletinin Franco dönemiyle ne ölçüde yüzleştiğini, antifaşist mücadele yürüten grupların Trump tarafından düşman ilan edilmesini Valencialı yazar Miquel Ramos’la İspanyolca yayımlanan Antifascistas kitabı ışığında konuştuk.

 

63e1c829d187b30f6c0321fc964c38d6.jpg

 

Kitabınız Antifascistas, İspanyolca yayımlandı ve İspanya’daki anti-faşist grupları konu alıyor. Bugün hem İspanya’da hem Batı’da oldukça güncel bir konu bu. Neden bu kitabı kaleme aldınız?

Bu kitap, 1990’lardan günümüze İspanya’da aşırı sağa karşı verilen farklı mücadelelerin hikayesi. Yıllardır süren bir araştırmanın ve yazı çabasının ürünü. Aşırı sağ üzerine çalışmaya ergenlik yıllarımda, 1990’larda başlamıştım; zira o dönemde neo-Nazi grupların işlediği bir dizi cinayet yaşandı. Benim kuşağım, Franco diktatörlüğünü de, geçiş döneminin sert yıllarını da görmemişti; o yıllarda silahlı faşist gruplar çok aktifti ve devlet kurumlarıyla açık bir işbirliği ve cezasızlık ortamı vardı. Demokrasiye geçişten sonra görevde olan polisler, yargıçlar, memurlar bunların hepsi Franco dönemindekilerle aynıydı. Hiçbir tasfiye yapılmadı. Resmi anlatı ise o yılları geride bıraktıktan sonra “faşizmin geri gelemeyeceği” yönündeydi; Franco’yla birlikte gömüldüğü söyleniyordu.

 

Ama bizim kuşağın karşısına, 80’lerin sonunda ortaya çıkan, futbolla ve skinhead* modasıyla iç içe yeni neo-Nazi gruplar çıktı. 1993’te Valencia’da genç bir anti-faşist olan Guillem Agulló’nun öldürülmesi bizi derinden etkiledi çünkü çok yakınımızdan biriydi. O günden sonra hem anti-faşist hareketin içinde yer almaya hem de aşırı sağı araştırmaya karar verdim. O yıllarda bilgi toplamaya başladım ve kitap için çok işe yarayan büyük bir arşiv oluşturdum. Birçok şehirden anti-faşist aktivistlerle yaptığım görüşmeler ile o yılların gazetecilik kayıtları da kitabın bel kemiğini oluşturuyor.

 

20 Kasım, diktatör Franco’nun ölümünün 50. yılıydı. Kısa süre önce sosyal demokrat hükümet, Franco dönemine ait sembollerin kamusal alanlardan kaldırılacağını açıkladı. Bu tam olarak ne anlama geliyor? 1977’de Francoculuktan demokrasiye geçişten bu yana bu durum nasıl olur da böylece sürdü?

Franco döneminin işlediği suçlar ve rejimin yapılarının bugüne taşınması, diktatörün ölümünden bu yana İspanya’da bir tabu oldu. Demokratik reform süreci, katillerin, işkencecilerin ve rejimin mimarlarının cezasız kalmasını garanti altına aldı. “Toplumsal uzlaşma” söylemiyle, iç savaş ve diktatörlük boyunca yaşananların üstü kapatıldı. On binlerce kayıp vardı ama kimse akıbetlerini araştırmak istemiyordu. 2005’ten itibaren, José Luis Rodríguez Zapatero hükümetiyle birlikte ilk Tarihsel Bellek Yasası gündeme geldi. Kayıp yakınları, gerçeğin ortaya çıkmasını, adaletin sağlanmasını ve mağduriyetlerin giderilmesini talep etmeye başladı. O tarihten bu yana ülke genelinde yapılan kazılara ve soruşturmalara rağmen hala çok sayıda kayıp bulunamadı; bu çalışmalar büyük ölçüde ailelerin ve bu alanda çalışan derneklerin çabalarıyla yürütüldü. Diktatörlük dönemine ait sembollerin kaldırılması elbette önemli; ancak hala yerine getirilmeyen çok daha acil meseleler var.

 

İspanyol medyasının bir bölümü VOX’u aşırı sağ bir parti olarak tanımlıyor. Merkezileşmeyi savunuyor, Bask ülkesi ve Katalonya gibi bölgelerin özerklik haklarına karşı çıkıyor; ekonomide neoliberal bir çizgiyi destekliyor. İslam ve göç konusunda düşmanca bir dil kullanıyor; çok kültürlülüğü, feminizmi ve kadın haklarını reddediyor. Tüm bunlar, 1936-1977 arasındaki uzun Franco diktatörlüğünden tanıdık politikalar. Buna rağmen bugün yüzde 15’in üzerinde oy potansiyeline sahip bir parti ortaya çıkıyor. Bu geçmişten hiç mi ders çıkarılmadı?

Franco döneminin toplumsal mirası aslında hiçbir zaman tamamen kaybolmadı. Halk Partisi (PP), uzun yıllar boyunca sağın tamamını - faşistleri de dahil ederek - tek çatı altında toplamayı başarmıştı. Ancak 2013’te yaşanan bölünmeyle bu kesim yeni bir parti etrafında yeniden harekete geçti: Vox. Daha önce çok açık biçimde Frankocu ya da neo-Nazi çizgide olan başka partiler de vardı ama bunlar hep marjinal kaldı; siyasi anlamda kayda değer bir karşılık bulamadılar. Vox ise bambaşka bir dönemde ortaya çıktı: Aşırı sağın küresel ölçekte yükselişe geçtiği bir dönemde. Buna, 2018 krizinden sonra seçimlerde yükselen solun yarattığı hayal kırıklığı ile 2017’de Katalonya’daki bağımsızlık referandumunun yarattığı siyasi çalkantı da eklenince, Vox’un kurumsal siyasete girmesinin önü açıldı.

 

Ayrıca İspanya’da sağ, Franco döneminin işlediği suçlar konusunda hep inkarcı ve tarih revizyonizmine yatkın oldu. O döneme dair hala yumuşatılmış bir anlatı sürdürülüyor. Anti-faşist bir toplumsal eğitim yapılmaması, “yaraları yeniden açmama” bahanesiyle tarihsel hafızanın bastırılması ve tüm bunların küresel bağlamla birleşmesi, aşırı sağ bir partinin İspanya’da normalleşmesini mümkün kıldı.

 

c10d30d22ab262c6973efc01bbb2e10e.png

Miquel Ramos hakkında…

1979 yılında Valencia'da doğan Miquel Ramos, aşırı sağcılık, nefret suçları ve sosyal hareketler alanlarında uzmanlaşmış bir gazeteci, araştırmacı ve bilim insanı. Valencia Üniversitesi'nden Enformasyon Bilimleri lisans derecesi ve Sosyoloji ve Antropoloji yüksek lisans derecesine sahip Ramos aynı zamanda “Antifascistas” kitabının yazarı. Çeşitli medya kuruluşlarında çalışan Ramos sosyal ağlarda antifaşist bir figür ve gazeteci olarak hala aktif olarak çalışmalarını sürdürüyor.

 

Avrupa’da aşırı sağ yükselişte. Hollanda, Almanya, Fransa, Avusturya ve İtalya’da hükümet ortağı ya da doğrudan iktidardalar. Faşist ideolojiye sahip bu oluşumların giderek güçlenmesine imkan veren eksiklik ya da zaaf nedir?

Aşırı sağın dünya çapındaki yükselişini birden fazla etken açıklıyor. Geleneksel partilere yönelik ciddi bir güvensizlik oluştu; çünkü kapitalizmin yapısal sorunlarına çözüm üretemediler. Aşırı sağ ise tam burada devreye girip bir suçlu arıyor - bu suçlamanın baş hedefi de göçmenler. İslamofobi de bu kimlikçi, üstünlükçü geriye çekilişi besleyen temel unsurlardan biri. Aşırı sağ tarafından örgütlenen bu söylem, kendi çevrelerinin ötesine sızarak geniş kesimleri etkiliyor. Ekonomik ve toplumsal krizler, Batı toplumlarındaki korku ve önyargıları daha da büyütüyor. Bugün İslamofobi, geçmişte antisemitizmin kullandığı kodların aynısını kullanıyor.

 

Aynı şekilde, kadın hareketi, feminizm veya LGBTIQ+ mücadelesi gibi hak kazanımlarına karşı yürütülen çok güçlü bir karşı kampanya var. Büyük şirketler ve muhafazakar-dinsel lobi grupları, “sözde ilerici hegemonya”ya karşı kültürel bir savaş yürütmek için bu kampanyalara ciddi finansman sağlıyor. Bu örgütlü tepkinin arkasında çok büyük ekonomik güçler var; çünkü aşırı sağ, kapitalizm veya elitler için bir tehdit oluşturmuyor tam tersine, onların sigortası gibi davranıyor, herhangi bir toplumsal dönüşüm ihtimaline karşı onların bekçi köpeği rolünü üstleniyor. Bu nedenle, sadece partilere ve hükümetlere bakarak tabloyu anlayamayız. Bugün dünya çapında çok daha büyük bir gerici enternasyonal var. Milyarderler, büyük sermaye sahipleri, iş insanları; partileri, aşırı sağ aktörleri, düşünce kuruluşlarını ve sosyal medya fenomenlerini finanse ediyorlar. Ve doğrudan sosyal medyanın kendisi de bu savaşın bir parçası haline geldi. Örneğin Elon Musk’ın X’i (eski Twitter), yeni faşizmin kültürel savaşında kullanılan bir araç; sistematik dezenformasyon ve tekrar eden yalan kampanyalarıyla, Steve Bannon’ın deyimiyle, “her yeri pislikle doldurup kimsenin hiçbir şeye inanmamasını sağlamak” üzerine kurulu bir strateji yürütüyor.

 

Tarihsel olarak İspanya’da anti-faşizm her zaman solun omuzlarında yükseldi. İç savaştan bugüne kadar Bask halkı, Katalanlar ve Galiçyalılar bu gelenekleri şekillendirdi. Bugün, özellikle Trump sonrasında, anti-faşist gelenek sanki suç sayılması ve bastırılması gereken bir şeymiş gibi hedef alınıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Anti-faşizm nasıl daha bilinçli ve etkili biçimde örgütlenebilir?

Doğru, İspanya’da anti-faşizm, her zaman solun ve ezilen ulusların omuzlarında yükselen bir gelenek oldu. İç savaş döneminden bugüne Bask, Katalan ve Galiçyalı hareketlerin katkısı belirleyicidir. Bugün ise özellikle Trump sonrası küresel atmosferde, anti-faşizmi kriminalize etmeye yönelik girişimler görüyoruz. Neredeyse anti-faşist geleneğin kendisi hedef haline getiriliyor. Bu durum, anti-faşizmin hem daha bilinçli hem de daha örgütlü bir şekilde savunulması gerektiğini gösteriyor. Anti-faşizmi etkili kılmanın yolu, onu sadece sokak mücadelesiyle sınırlı bir refleks olmaktan çıkarıp geniş toplumsal bir bilinç haline getirmekten geçiyor. Bunun için, tarihsel hafızanın yeniden canlandırılması, eğitim ve kültür alanında açık bir anti-faşist pedagoji geliştirilmesi, medyadaki dezenformasyonun kararlı biçimde teşhir edilmesi, göçmenler, kadınlar ve LGBTIQ+ topluluklarıyla dayanışmanın güçlendirilmesi ve en önemlisi, geniş demokratik kesimler arasında ortak bir savunma hattı kurulması gerekiyor.

 

Anti-faşizm ancak böyle, hem daha etkili hem de daha kapsayıcı bir toplumsal hareket haline gelebilir.

Bugün aşırı sağın yükselişi geniş kesimlerde ciddi bir endişe yaratıyor. Bu kesimler, aşırı sağı çoktan “demokratik seçeneklerden biri” olarak kabullenmişti. Geçmişteki anti-faşist deneyimler, bu olguyu anlamak ve önceki mücadeleleri hatırlamak açısından değerli; ancak bugün bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu tablo, daha geniş ittifaklar, daha güçlü bir adanmışlık ve her şeyden önemlisi, bu reaksiyoner dalgayı tüm cephelerde durdurmak için çok daha fazla bilgi ve kararlılık gerektiriyor.

 

Trump ise anti-faşizmi marjinal bir klişe olarak sunmakla kalmıyor, onu daha da ileri giderek suç sayıyor, hatta terörizmle ilişkilendiriyor. Bunu yapmasının bir nedeni de etrafında neo-Nazi ve faşist danışmanların bulunması. Anti-faşist aktivizmi etkisizleştirmeye bu kadar takıntılı olmalarının sebebi açık: Anti-faşizm hem tarihsel deneyime sahip hem de ciddi bir toplumsal gücü var. Üstelik feminist hareketten ırkçılık karşıtlığına, insan hakları savunuculuğundan diğer toplumsal mücadelelere kadar çok farklı alanları bir araya getiriyor. İşte bu yüzden aşırı sağ için anti-faşizmi yenmek stratejik bir önem taşıyor. Fakat Trump’ın bütün anlatısı varsayımlara dayanıyor çünkü “Antifa” adıyla dünyayı kapsayan tek bir örgüt yok. Anti-faşist hareket, özerk, dağınık ve çok çeşitli gruplardan oluşuyor. Zaten bu kriminalizasyon kampanyasının hedefi onları gerçekten yok etmek değil.

 

Asıl hedef, anti-faşizmin parçası olan tüm hareketleri susturmak, hak ve özgürlüklerin budanmasına karşı ses çıkarmalarını engellemek. Aşırı sağın otoriter bir devlete doğru ilerleyebilmesi için bu sessizliğe ihtiyacı var.

 

* 1970’lerin sonlarından itibaren bazı aşırı sağ gruplar skinhead estetiğini (kazınmış kafa, ağır botlar, bomber ceketler) ırkçı/neonazi örgütlenme için kullanmaya başladı. Bu nedenle “neonazi skinhead” diye bir alt-grup oluştu, ama aynı dönemde buna karşı çıkan anti-faşist skinheadler (SHARP) da vardı.