JustPaste.it

6709aa5cc9276ece882f33c88359511f.png

Cengiz Çiçek: İmralı kayıt dışı bir cezaevidir

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik tecride tepki gösteren HDP MYK Üyesi Av. Cengiz Çiçek, İmralı’nın kayıt dışı bir cezaevi olduğunu söyledi.

 

 

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a yönelik ağırlaştırılmış tecrit devam ediyor. 5 Ağustos 2020 tarihinde Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), Kürt Halk Önderi Öcalan'ın tecrit koşullarına ilişkin hazırladığı raporu kamuoyu ile paylaştı. CPT hazırladığı raporda İmralı’daki tutsaklara uygulanan tutukluluk rejiminin “tamamen gözden geçirilmesi” gerektiğine dikkat çekti.

 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) MYK Üyesi Av. Cengiz Çiçek, İmralı'da yaşanan tecrit ve CPT'nin yayınladığı rapora ilişkin ANF’ye röportaj verdi. CPT raporunun olumlu fakat yetersizliklerinin olduğunu vurgulayan Çiçek, bu raporla CPT’nin sorumluluklarının ortadan kalkmayacağını kaydetti.

 

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, üzerindeki sistematik tecrit sürüyor. CPT’nin yayınladığı rapora rağmen hala somut bir adım atılmadı. Bununla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

CPT’nin İmralı'da Öcalan ve arkadaşlarının havalandırmaya birlikte çıkarılmamalarını tecridin derinleşmesi bağlamında endişe verici bulması ve hücrelerinde tek başına bulunanların havalandırma saatlerini de tek başına geçirmelerini ayrı bir tecrit durumu olarak değerlendirmesi kayda değerdir. CPT’nin bu konuda hükümete acil adım çağrısı yapması ve yine İmralı İnfaz Rejiminde sürekli kendisini tekrar eden, "Disiplin Cezası Düzenini" de kabul edilemez olarak değerlendirilmesi de önemlidir.

 

Ayrıca pozitif hukuk bağlamında zaten bir “ceza çekme mekanı” olarak ihdas edilen “cezaevinde tutmayla” yetinmeyip sürekli disiplin cezalarının verilmesi “ceza içinde ceza” olarak tanımlayabileceğimiz sistematik bir işkence ve düşmanlık zeminine işaret eder. Örneğin Öcalan ve yoldaşlarının spor saatlerinde yürüyerek sohbet etmeleri bile spor faaliyetlerini engelleme suçu olarak değerlendirilmiş ve bunun üzerine verilen disiplin cezaları aile görüşlerinin yaptırılmamasının “hukuki” gerekçesi kılınmıştır. Bu durum bile tek başına İmralı’daki keyfi düzeni tanımlamaya yetmektedir.

Yıllar içerisinde bu ve buna benzer tavsiye ve kararlara rağmen İmralı’daki infaz rejiminin iyileştirilmesi bir yana daha da ağırlaşmasını, Avrupa hukukunun ikiyüzlülüğü olarak da değerlendirebiliriz. İmralı’daki durumun her geçen gün daha riskli ve ağır bir hal alması, Öcalan gibi sistem muhalifi aktörlerin “evrensel hukuk” normlarının dışında tutulduğu bir duruma da işaret eder. Zaten Öcalan’ın uluslararası komployla Türkiye’ye teslim edilmesi ve yine bu komplo mantığının tezahürü olan İmralı Rejiminde yirmi yılı aşkın bir süredir tutulması, Sovyetler sonrası ihdas edilen bu hukuk dışı düzeninin ilk uygulama alanlarından birisidir.

 

Benzer şekilde CIA'nin yasadışı, kayıtsız uçaklarıyla kaçırılanların kapatıldığı Guantanamo, kimi uçak gemilerinin yine CIA tarafından yüzer hapishane olarak kullanılması, Irak’ta, Çeçenistan’da, Afganistan’da ve Bosna’da kurulan kayıt dışı CIA hapishaneleri herkesin malumu. İmralı hapishanesi de Öcalan'ın kaçırılma biçiminden İmralı’da tutulma koşullarına kadar yasaların hükmünün geçmemesi itibariyle kayıt dışı hapishane tanımını fazlasıyla hak ediyor. Bütün bu uygulamalar özellikle ABD’nin “terörle küresel mücadele” politikasının bir sonucu olarak tedavüle sokuldu. Adı “terörle mücadele” olan her politika, hangi ölçekte olursa olsun hukuk nizamının dışında denetimsiz bir alanı da garanti etmiş oluyor.

 

Kürt Halk Önderi Öcalan’a yönelik uygulamaları da bu şekilde değerlendiriyorsunuz o halde…

Elbette. Küresel kapitalizmin kendi iktidar üretim araçlarından birisi de kendisine muhalif bütün mücadeleleri “terör” cenderesine sıkıştırarak her türlü muameleyi reva görmesi ve bunları topluma kanıksatmasıdır. Kürt meselesi ve Kürt hak mücadelesi de bu “terörizm” operasyonundan nasibini fazlasıyla aldı. Olof Palme cinayeti fırsat bilinerek Kürt hareketinin komplocu bir mantıkla “AB terör listesine” alındığı günden bugüne Kürt meselesine hep bu aralıktan yaklaşıldı. Bu sebeple komplo, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük taleplerine yönelik bir komplodur desek yanılmış olmayız.

Kürt hareketinin kurucu lideri Öcalan da bu “küresel terörle mücadele” konseptinin ilk muhataplarından birisi olarak İmralı Ada hapishanesine yerleştirilmişti. İmralı’daki yirmi yılı aşan uygulamaları bu kapitalist haydutluk gerçeği üzerinden ele almak daha aydınlatıcı olacaktır. Öcalan da yaklaşık on yıl önce “Ben İmralı’da NATO’nun esiriyim” diyerek bu tespitimizi haklı çıkaracaktı.

Kürt ve Kürdistan sorununu NATO ve küresel hegemonya savaşları üzerinden okumayan her yaklaşım hem İmralı tecridine karşı hem de Kürt meselesinin demokratik çözümüne dair geliştirilmesi gereken politikaları ıskalayacaktır. NATO’nun ana güçlerinden olan ABD, İngiltere ve Almanya’nın Öcalan komplosunda oynadıkları rolü hafızalarımızda tekrardan tazelediğimizde uluslararası güçlerin meseleye yaklaşımı daha da sarih bir hal kazanmış olacaktır.

 

Bir örnek verebilir misiniz?

Öcalan, İtalya’dayken Almanya'nın önceki yıllarda kendisiyle ilgili tutuklama kararını, Kürt sorununun uluslararası zeminde çözümünün aracı haline getirmeye çalıştı. Bunun sonucu olarak Almanya’da ve kurulacak uluslararası bir mahkemede yargılanmayı kabul edeceğini belirtti. Bu tutukluluk kararına rağmen Almanya'nın İtalya’dan Öcalan hakkında iade talebinde bulunmaması bile oldukça çarpıcıdır.

 

Almanya’nın ve doğal olarak NATO’nun bu tavırla asıl amacı, Kürt meselesini çözüm zemininden uzak tutmaktır. Çünkü süregiden çözümsüzlük hali, Türkiye’yi ve Kürtleri kendilerine bağımlı tutacaktır. Mevcut haliyle yürürlükte olan İmralı İnfaz Rejimi ve Öcalan üzerindeki derinleştirilmiş tecrit de Kürt meselesindeki çözümsüzlük politikalarının sonucu olarak okunmalıdır. Uluslararası hukuk da bu küresel politikaların ideolojik aygıtı olarak Kürt meselesinde ve İmralı sisteminde devrededir.

 

Bu durumda İmralı tecridinin seyrini küresel ve bölgesel siyasi gelişmelerden bağımsız değerlendirmenin sürekli eksik bir okuma olacağını mı belirtiyorsunuz?

Şüphesiz. Kürt meselesi ve Öcalan'a yaklaşım arasında nasıl diyalektik bir bağ varsa benzer şekilde Kürtlerin statü taleplerinin ve Öcalan’ın içinde bulunduğu hukuk-politik koşulların genel siyasal gelişmelerle bağını kurarak değerlendirmek ve açıklamak olmazsa olmazdır. Örnek olarak İmralı’daki tecrit politikalarının hangi dönemlerde devreye sokulduğuna ya da daha fazla derinleştiğine baksak kafidir. Örneğin Öcalan üzerindeki uzun süreli ve sistematik ilk avukat yasakları ABD’nin Irak’ı işgalinin hemen öncesi ve sonrası dönemlerde oldu.

 

Hatırlanacak olursa o dönem ABD'nin Kürt hareketini Irak işgaliyle birlikte kendi politikalarına uyumlu hale getirme politikası devredeydi. Bu politikanın temel amacı, Kürt hareketini işgalle birlikte artık Irak’ın yerel bir gücü haline gelen ABD’nin yanına çekmek, Öcalan çizgisini tasfiye etmekti. Özellikle o dönemde Öcalan sık sık ABD’nin işgalinin bölge halklarına kazandırmayacağını ve bu işgalin fırsat bilinerek bir Kürt-Türk çatışmasına dönüştürülmemesi ve bu tuzağa gelinmemesi uyarısında bulunuyordu.

 

O dönem iktidarının birinci yılında olan AKP’yi Ağustos 2003’te ise şu sözlerle uyarıyordu: "Irak’a doğru yaklaşın. Bugün ABD Kürtleri devreye soktu. Kürt sopası ile Türkiye, İran ve Suriye’yi hizaya getirecekler. Türkiye çözüme gelmezse, ABD elbette bunu kullanır. Ben ucuz sertlik yanlısı değilim. Kürtleri de inkar etmek gerçek dışıdır." Sonrasında yaşanan ve hepimizin şahitliğinde seyreden tarih, Öcalan'ı haklı çıkardı. O dönem Türkiye halklarının çıkarına kafa yoran, öneriler geliştiren Öcalan üzerindeki tecridin 1 Haziran 2005 yasalarıyla avukatlarının yasaklanması ve avukat görüşlerinin kayıt altına alınması gibi uygulamalarla derinleştirilmesinde bu Irak merkezli ABD politikalarının payı belirleyicidir.

 

ABD'NİN IRAK İŞGALİ İLE BİRLİKTE TECRİT POLİTİKASI DEVREYE GİRDİ

İmralı İnfaz Rejimini “milli ve yerli” politikaların değil NATO öncülüğündeki küresel yayılmacılığın belirlediğine dair bir diğer çarpıcı örnek ise 2011 yılında “Arap Baharı” olarak adlandırılan ve Suriye’de suların daha yeni yeni ısındığı dönemde başlayan ve günümüze kadar devam eden avukat ve aile görüş yasağıdır. 2003-2004 Irak işgali döneminde çıkarılan derslerin etkisiyle olsa gerek, olası Suriye rejiminin yıkılması durumunda Rojava Kürtlerinin İran’ın kuşatılmasında Güney Kürdistan’daki gibi yerel güç olarak konsolide edilmesi politikası sonucu Öcalan üzerindeki tecrit politikası derinleştirildi.

 

Tarih elbette ki komplocuların arzu ettiği gibi yazılmadı ancak yıllardır istikrarlı bir şekilde sürdürülen İmralı tecridi ile Öcalan’ın yokluğunda Kürt hareketini kendi hegemonik politikalarına yedekleme çabalarıysa hızından bir şey kaybetmiş görünmüyor. Tam da bu noktadan hareketle Öcalan üzerindeki tecridin kapitalist sistem sahiplerince Türkiye ve Ortadoğu halklarının aleyhine geliştirilmiş bir politika olduğunu söylemek gerekir. Bu kötülük düzeninin sahiplerinin Öcalan üzerindeki mutlak tecrit sürerken Rojava ve Güney Kürdistan’da Kürt hareketine yönelik olarak yürütülen askeri, siyasi ve ideolojik saldırılara alan açması, desteklemesi de doğrudan bu komplocu politikalarla açıklanabilir.

 

JEFFREY'İN AÇIKLAMALARININ ASIL MUHATABI TÜRKİYE DEĞİL KÜRT HAREKETİDİR

Politika nettir: Öcalan amansız, nefes alamaz bir tecritte tutulacak ve onun yokluğunda Kürt hareketi halklar lehine değil küresel güçler lehine tercih yapmaya zorlanacak. Kabul etmezlerse tecrit derinleşecek, Güney Kürdistan ve Rojava fiilen işgal edilecek, Türkiye'deki demokratik Kürt muhalefetine nefes aldırılmayacak. Elbette üzerindeki bu mutlak tecrit politikalarının Öcalan’ın ideolojik, politik direnişiyle de doğrudan bağı olduğunu görmek durumundayız. Özetle İmralı sistemi, ölümü gösterip sıtmaya razı etme siyaseti üzerinden şekillenen Öcalan'ı kendi hareketine ve kendisine gönül vermiş milyonlarca insana karşı bir rehine statüsünde tutmaya odaklı bir sistemdir.

 

Bu bağlamda son günlerde ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in “Türkiye’nin PKK’ye karşı meşru savaşı olarak gördüğümüz terörle mücadele çabasında Türkiye ve Irak’ı iletişim kurmaya teşvik etmeye devam edeceğiz” mesajının asıl muhatabı Türkiye değil Kürt hareketidir. Bu açıklamadaki mesaj nettir: Suriye'deki denklemde ya da masada olmanızın tek şartı vardır; o da kayıtsız şartsız güdümümüze girmektir. Buna karşı her direniş, her alanda Kürde soykırım, sömürgecilik ve tecrit olarak cevap bulmaktadır.

 

Peki bu işin içinden nasıl çıkılır?

Kürt halkının varlık mücadelesinin Dünya Sistem savaşlarının göbeğinde yer alması, önümüzdeki dönemde de Kürt meselesi ve İmralı tecridinin seyrinin bu gerçekler ışığında ele alınmasını zorunlu kılıyor. Dezavantajlı görünen bu durum, Kürt halkının kendi mücadelesinde yarattığı kimliğin, kapitalizm ve ulus devletler karşısında bölge ve dünya ezilen halklarının demokrasi, özgürlük ve antikapitalist değerler etrafında birleştirici bir kimlik haline dönüşmesi gibi tarihsel bir süreci de örgütlüyor.

Sonuç olarak Öcalan üzerindeki bu olağanlaştırılmış olağanüstü tecrit rejimini, Kürt meselesi bağlamında yürütülen ulusal ve uluslararası “terörle mücadele konseptinden” bağımsız ele alamayız. O nedenle Kürt sorununu "terör" aralığına sıkıştıran hukuki ve politik yaklaşımlara karşı etkili mücadele yürütmek, meseleyi olağanüstü koşullardan olağan koşullara, çatışmadan diyaloğa, savaştan barışa evriltebilecek bir yaratıcılığa, ısrara ve inanca ihtiyaç var.

 

Tecrit, son dönemlerde tüm muhalefet ve özelde Kürtler üzerinde uygulanan bir sistem. Birçok siyasi lider de Kürt sorununun çözümüne ilişkin konuşmalar yapıyor. Tecrit sürdüğü müddetçe bir çözümden nasıl bahsedilir?

Son dönemlerde sıkça kullandığımız ama kullandıkça da eskimeyen, değerinden bir şey kaybetmeyen “İmralı tecridi tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayıldı” tespitini tekrardan hatırlatmak gerek. Aslında az önce de belirttiğimiz gibi tecrit meselesini sadece bir bireye yönelik politika olarak ele almamakla işe başlamak zorundayız. Öcalan şahsında bir düşünceye, bir bakış açısına ve bir toplumsal kesime yönelik olarak ortaya çıkan ulusal ve uluslararası dayanağı olan tecrit, bir iktidar yönetim tekniğidir.

Adeta bir kanser uru gibi adım adım toplumun tüm bünyesini saran ve adına faşizm dediğimiz bir aşamaya ulaşmış bir yönetim anlayışından bahsediyoruz. O nedenle bu ortak saldırılara karşı demokrasi ve özgürlük ittifakını kurmanın önemli olduğunu vurguluyoruz. Senin mağduriyetin benim mağduriyetim dönemi niyetlerimizden bağımsız olarak artık kapanmıştır. Sadece AKP-MHP politikalarının sonuçları ile uğraşan ve parçalı muhalefet tarzının da Türkiye ve Kürdistan halklarına kazandırmadığını yıllar içerisinde fazlasıyla tecrübe ettik. O nedenle yine yıllar içerisindeki ısrarımız şuydu: tarafı ne olursa olsun Kürt meselesini siyasal öncelikler ve çıkarlar üzerinden değil demokratik kriterler üzerinden ele almak tüm ülkeye kazandıracaktır.

Bu konudaki faydacı ve iktidarcı yaklaşımlar sadece bir kesime değil herkese kaybettirdi, kaybettiriyor ve kaybettirecektir. Kürt meselesinin çözümsüzlüğünde ısrar eden güvenlikçi politikaların yıllar içerisinde sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik olarak kesim ayırmaksızın neler kaybettirdiği ortada. Efrîn ya da Güney Kürdistan için havalanan her savaş uçağının Tekirdağ’da, Samsun’da yarattığı yoksullukla, Kanal İstanbul gibi rantçı projelerle bağını kurmayan her yaklaşım sahibi, her şeyden önce ülkeye büyük kötülük ediyor. Bu kötülük deliği büyüdükçe toplumdaki travmatik hal de büyüyor.

 

Nasıl?

Kadına yönelik saldırılar sürekli savaş hali psikolojisindeki bir toplumda her geçen gün daha da artıyor, silahlanmaya ayrılan bütçenin yarattığı ekonomik daralma ağacın, suyun ve yaşam alanlarımızın küresel sermayeye peşkeş çekilmesinin zeminini güçlendiriyor. Ortaya çıkan her türden rantiyenin örtücüsü de Kürt savaşından devşirilen militarizm ve milliyetçilik oluyor. Bu da toplumsal değerlerimizdeki çürümeyi sürekli canlı tutuyor. Örneğin Kürt meselesinin duçar olduğu ikiyüzlü yaklaşımlardan birisi de kapalı kapılar ardında söylenenlerle kamusal alanda söylenenler arasındaki açı farkıdır.

Kürt meselesinde kapalı kapılar ardında net olarak ifade edilenlerin, açık platformlarda tam zıddının söylenmesi, kendi yalanını doğru gören kendini bilmez toplumsal bir riyakarlık ve sahtekarlık alanı da yarattı. Bu hal, siyasal yelpazeye de hâkim. Örneğin Dersim Katliamı ile ilgili dönemin CHP’si üzerinden günümüz CHP’sine vuran Erdoğan, katliamla ilgili tarihsel bir yüzleşme sürecini açmadığı gibi Kürt sorununu da bugün itibariyle daha içinden çıkılmaz bir hale getirdi.

Bugünkü muhalefetin de Kürt meselesine dair sözlerinin açmazlarından birisi de bu. El birliğiyle içinden çıkılmaz hale getirdikleri ve istisnasız sorumlulukları olduğu bu tablo karşısında meseleye özeleştirel ve tarihsel perspektifle yaklaşmak yerine iktidarı şu anda en zayıf olduğu yerden sıkıştıran geleneksel ve sonuç almayan muhalefet tarzlarını tekrar ediyorlar. Kürt meselesi, Türkiye siyasetinde muhalefetteyken demokrat ve özgürlükçü, iktidardayken vatansever görünmenin aracı olmaktan çıkarılmadıkça kendisini tekrar eden bu çıkmazdan kurtulmak zor olacak.

 

KÜRT MESELESİNE İLİŞKİN SÖYLEMLERDE BULUNAN MUHALEFETİN AMACI KÜRT OYLARINI ALMAK

Yanı sıra günümüz muhalefetinin Kürt meselesine dair söylem düzeylerinin yükselmesi, sadece iktidar karşısında Kürt oylarına talip olmalarıyla alakalı da görülmemeli. Muhtemeldir ki iktidarın Kürtler nezdindeki itibar kaybını bir oy fırsatına çevirmek gibi güncel pragmatist bir söylem ihtiyacı duyulmaktadır. Ancak daha da önemlisi ilgili partilerin bu söylemlerini, Kürt halkına ve Kürt meselesine devlet aklı paralelindeki yaklaşımlarının belirlediği bir gerçektir.

 

Demokratik taleplerin AKP iktidarınca yok sayılması ve demokratik kazanımların siyasi soykırım saldırılarıyla minimize edilmesi karşısında Kürt halkın da yaşanan siyasal beklentisizlik hali ve devlete dair derinleşen güvensizlik duygusunun tekrardan başka partiler aracılığıyla tamir edilmesi, onarılma çabaları olarak da değerlendirmek mümkün mevcut çıkışları. Güncelde yaşanan ve güncellenen, Kürt kitlelerinin hiçbir zaman kendisi olmasına müsaade edilmemesi, kendisi olmanın dışında hangi sistem partisine gittiğinin pek önemsenmediği resmi devlet aklının kurucu kodlarıdır.

Bir devlet partisinin gözden düşmesi üzerine diğer devlet partilerinin bu boşluğu hemen doldurma görevi olarak da görülebilir bu gelişmeler. İlgili partilerin ya da liderlerin değil devletin Kürtler nezdindeki imajının tazelenmesidir ortaya çıkan sonuç. Bir başka ifadeyle niyeti ne olursa olsun nesnel olarak ortaya çıkan tablo devlet imajının düzeltilmesidir, bozulan bağların onarılmasıdır. O nedenle doğrudan ya da dolaylı CHP’sinden tutalım DEVA ve Gelecek Partisine sahada olan devlet aklıdır ve bu akıldan sadece Kürt halkına değil Türkiye halklarına yararlı bir şey çıkacak gibi görünmüyor.

 

KAYYUM ATAMALARINA TEPKİ GÖSTERMEYENLER KÜRT SORUNUNU NASIL ÇÖZECEK?

Resmi devlet söyleminden, klişelerinden sıyrılmayan, bu konuda cesur ve yaratıcı pratikler sergileyemeyen; daha doğrusu köklü bir yüzleşmeye girmeyen yaklaşımların kendisinden öncekilerin bir taklidi olması kaçınılmazdır. Örneğin bu partiler, kendilerinin Kürt meselesiyle ilgili genel geçer, mevcut durumu kurtarmaya bile yetmeyen söylemlerinden ziyade Kürt halkına ne hissettiğini, neyi talep ettiklerini sormuşlar mıdır? Ya da duyacakları bu gerçeklerle yüzleşme cesaretleri var mıdır?

Örneğin Kürt meselesinde bugün demokrat geçinenler, 2010’lu yıllarda Öcalan'ın özgürlüğü için toplanan 10 milyonu aşkın imza önlerine konulduğunda ne söyleyecekler, nasıl tepki verecekler? Kürt halkının Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve Kürt meselesinin çözümünde baş müzakereci rolü oynaması gerektiği yönündeki görüşleriyle nasıl bir ilişki kuracaklardır? Kürt sorununun çözümünde kilit konumda olan Öcalan üzerindeki eşi benzeri görülmemiş tecrit ve insan hakları ihlalleri karşısında da aynı “özgürlükçü tavrı” geliştirebilecekler midir?

Kürtlerin seçilmiş iradeleri hapishanelere, sürgünlere yollanıp belediyelerine kayyum atanırken neredeyse karnından bile konuşmaya cesaret edemeyenlerin böylesi köklü bir sorunun çözümü için gerekli olan riskleri hangi cesaretle alacaklar? Dolayısıyla Kürt halkının kendi geleceğiyle ilgili taleplerine odaklanmayan bunu ilkesel olarak kabul etmeyen her söz ve eylem, çözüme değil çözümsüzlüğe, kaosa ve krize hizmet edecektir.

 

Bugün Kürt halkının geneline baktığımızda çözüm ya da barış için gösterdiği yer İmralı Adasıdır. Barış sizce nasıl mümkün olabilir?

Kürt meselesi toplumsal siyasal hakikat düzleminde siyasal pragmatizmden ve ihtiraslardan azade bir yaklaşımı hak etmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar kendi çözümünü dayatan ve çözümsüzlüğünün her açıdan tüm topluma kaybettirdiği böylesi bir meseleyi partiler üstü ve Demokratik Cumhuriyet meselesi olarak ele almak, çözüm zeminini oluşturmak için öncelikli koşullardandır. Kürt meselesinin açtığı toplumsal yaraları da onarıcı adalet perspektifiyle sarmaya çalışmak, başka bir hakikat düzlemidir. O nedenle Karadeniz’den Serhad’a, Amed’den İç Anadolu’ya bölgelerin özgün hassasiyetlerini, acılarını duyumsayan ve bunları hamaset dilinden uzak bir dille çözmeye odaklanan bir siyasal kültüre su gibi ihtiyaç var.

Kürt meselesi bağlamında üretilen her toplumsal milliyetçilik ve öncelenen mağduriyet, sorunun çözümünü ötelemekten başka bir işe de yaramıyor maalesef. Öncelikle siyaset kurumunun kendini yeniden bu düzlemde oluşturması gerekmektedir. Yine Kürt meselesinin çatışmadan ve gerginlikten arındırılmasının yegane yolunun Öcalan'ı muhatap almak ve onun tarihsel toplumsal çözüm önerilerine başvurmak da başka bir politik hakikati ihtiva ediyor. Tecrübeyle sabit tarih, Öcalan'ın çözüm ile ilgili inisiyatif aldığı her dönemde Türkiye’nin eşi benzerine rastlanmamış bir rahatlama ve toplumsal hoşgörüye kavuştuğunu defalarca gösterdi bizlere.

O nedenle barış meselesi, kendi doğrularımızın değil toplumsal ortak paydaların, menfaatlerin ve yeni kurucu değerlerin ön plana çıkarılmasıyla inşa edilebilecek bir meseledir. Bunu sağlamanın temel yollarından birisinin de tarafı ne olursa olsun tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal gerçeğe tekabül etmeyen dogmaların ve ezberlerin terk edilmesinden geçtiğini kabul etmemiz gerekiyor. Siyasal risk, cesaret, resmi paradigmanın reddiyesi, yaşanan acıların toplumsal sağaltımı ve ezilen kimlik olan Kürt halkının demokratik değerlerine ve taleplerine saygı, Kürt meselesinde barışın asgari teminatlarıdır diyebiliriz. Dolayısıyla buradan hareketle barışı kovalamak, barışı yakalamak ve barışı inşa etmek ülke halklarına yapılacak en büyük iyiliktir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Son olarak içinde bulunduğu hukuki, insani ve siyasi pozisyon itibariyle Öcalan'ın özgürlüğünün gündemleştirilmesi, başta Kürt halkı olmak üzere demokratik kamuoyunun öncelikli mücadele zeminlerinden birisi olmalıdır. Hukuki olarak yirmi yılı aşan mahpusluk durumu, insani olarak yetmiş yaşını aşması ve politik olarak ezilen halklar nezdindeki karşılığı ve Kürt meselesinin demokratik çözümündeki belirleyici rolü itibariyle Öcalan ve özgürlük sözcükleri daha cesur dillendirilmeli ve siyasal konjonktürlere takılmadan kesintisiz bir küresel mücadele hattı haline getirilmelidir.

Gelinen aşamada, yıllar içerisinde bireysel koşullarına takılmaksızın yakaladığı her fırsatı demokratik çözüm perspektifleri, arayışları ve deklarasyonlarıyla değerlendirmeye çalışan Öcalan'ın özgürlüğüyle halkların özgür birlikteliği arasındaki somut bağı da daha net ifadeye kavuşturmak zorundayız. Bu konu, aynı zamanda hukuktan, ahlaktan, vicdandan yoksun yirmi yılı aşkın İmralı Tecrit ve İşkence Rejimine karşı yaşanan demokratik mücadele yetmezliklerinin bir özeleştirisi olarak da değerlendirilebilir.