JustPaste.it

294e195204e16368d88052bcc5ed231d.png

Daha kötü bir tablo bekliyor

 

0195daa0dc6d6bb9873e00dac117fe55.jpg

  • HDK Sağlık Meclisi Üyesi Dr. Heval Bozdağ, hükümetin salgına yaklaşımı, yönetimi ve kullanma biçimi ile buna göre sistem organizasyonun ağır bir tablo ortaya çıkardığını belirterek, daha kötüsünün gelmekte olduğunu söyledi.

 

ZABEL MİRKAN / İSTANBUL

Hükümetin, ekonomiyi önceleyen bir yerden hareket ettiğini; süreci şeffaf ve katılımcı yönetmediğini belirten HDK Sağlık Meclisi Üyesi Dr. Heval Bozdağ, ”Toplum hareketinin sınırlandırılması ve üretimin de acil olmayan ihtiyaçlar dışında durdurulması gerekiyor. Sağlığa ayrılan kaynaklar da tüketildi” dedi.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Sağlık Meclisi Üyesi Dr. Heval Bozdağ, sorularımızı yanıtladı.

 

Eylül-Ekim aylarında ikinci dalganın yaşanması öngörülüyor. Bunun önüne geçilebilir mi, bir enfeksiyon uzmanı olarak durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Eylül-Ekim ayında ikinci dalga bekleniyor ama biraz da alınacak önlemler, ülkelerin salgın politikaları bunun belirleyicisi olacak. Belki de birçok ülke ikinci dalgayı yaşamayacak. Eğer normalleşme adı altında yeterli önlemlerin alınmadığı sürecin devamı söz konusu olursa daha büyük felaketleri beraberinde getirir. İkinci dalganın yaşanması Türkiye açısından kaçınılmaz. Görüyoruz ki okullar açılıyor ve iş yaşamına normal bir şekilde geçişler yaşanıyor. Bunlar henüz ilk dalga bitmemişken yaşanıyor.

1 Haziran’dan itibaren Türkiye’de normalleşme süreci, çok hızlı ilerledi ve aslında sorunlu bir süreçti. İktidar, ekonomik nedenleri gerekçe göstermedi ama biliyoruz ki esas gerekçelerden biri buydu. “Çark dönsün” istendi.

Mart’ta da bu süreç doğru yürütülmedi. Bizler; HDK Sağlık Meclisi, DTK Sağlık Meclisi, TTB ve SES olarak gerekli tüm uyarıları yaptık ama hiçbir şekilde bu sürecin doğru işletilmesi için salgının yönetilme mekanizmalarına dahil edilmedik. Kurumlarımız ısrarla sürecin yanlış yönetildiğini söyledi.

 

Nasıl bir yanlış yönetim, sizin öneriniz neydi, nasıl doğru yönetilebilirdi?

100 bin nüfusa düşen oranda vaka sayıları 1’in altında seyretseydi, total vaka sayısı günlük 100’lü rakamları gösterseydi bu durumda, salgınla doğru bir şekilde mücadele ediliyor anlamına gelebilirdi. Şu an Sağlık Bakanlığı tablosu; 1000’in üzerinde vaka sayısı, 20 civarında ölüm sayısı gösteriyor. Sahadan da edindiğimiz bilgilerle vaka-ölüm sayılarının çok daha fazla olduğunu, söylemek mümkün.

Vakaların azaldığı dönemde bazı yoğun bakım servisleri ve Kovid-19 servisleri kapatıldı. Bugün geldiğimiz noktada bu servislerin yeniden açıldığını ve doluluk oranının yeniden artmaya başladığını görüyoruz. Bu da mücadelede belirli bir aşama kaydetmediğimizi gösteriyor. Pandeminin yatıştırılamadığını, vaka sayılarının istenilen seviyeye düşmediğini görüyoruz. İkinci bir dalga kış ayı, insanların kapalı ortamda bulunması, daha fazla virüs yüküne maruz kalması ve kısıtlamaların bilimsel verilerin ışığında kaldırılmamış olması nedeniyle söz konusu olabilir, ne yazık ki bizim öngörümüz bu yönde.

 

Bunun nedeni nedir, süreç neden böyle şekillendi?

Pandemiyle mücadele esasen devletlerin tek başına altından kalkamayacağı bir sorun. Bu tüm devletler için böyle. Birçok noktada yanlış politikalar izlediler. Güney Kore, Singapur, Almanya ve bazı diğer ülkeler doğru örnekler olarak da sayılabilir, devletler arasında başarılı olduğunu düşündüğümüz örnekler. Süreçlerini şeffaf yürüten, demokratik bir sağlık politikası yürüten ülkeler. Test sayıları son derece yüksekti, vakaları doğru tespit eden ve gerekli izolasyon koşullarını uygulayabilen, hijyen ve fiziksel mesafe konularında da toplumun genelinin alınan önlemlere riayet ettiklerinin gözlemlendiği ülkeler. Toplumun pandemi yükünden kaynaklanan ihtiyaçlarının karşılandığı ve desteklendiği örnekler aynı zamanda. Elbette kapitalist modernitenin sınırlarını aşmadan ideal bir noktada olmak çok zor. Haliyle onlarda dahi yeniden vaka artışları söz konusu oldu ve bazı önlemleri yeniden yürürlüğe koydular. Birçok ülke okulları açma konusunda geri adım atmak zorunda kaldı.

 

Türkiye açısından durum nedir?

Türkiye’de yüz yüze eğitim 21 Eylül’e ertelendi. Şunu kesin olarak söyleyebiliriz: Burada iktidarların tekeline alacağı bir mücadele yürütülmesi son derece sağlıksız sonuçlar doğuracaktır. En büyük aksaklık, toplum bu mücadeleye katılamıyor. Halk yeterince bilinçlendirilmiyor, bulundukları bölgede vaka, ölüm ve hastane kapasite sayısını bilmiyor, keza izolasyon önlemleriyle ilgili bilgilendirilmiyor. Türkiye’de insanlar şu an evlerine gönderiliyor. Bunu mevcut sağlık sistemi yansıtmıyor ama biz hastanelere gelen vakalardan biliyoruz.  Örneğin klinik düzeyi hafif-orta-ağır olanların hepsinin pandeminin başlarında hastaneye yatırıldığını biliyoruz; ancak şimdi orta düzey kliniğe sahip hastaları dahi maalesef yatırmıyorlar.

Test sayıları pandeminin başından beri sorundu bu hala devam ediyor. 100 binin üzerinde test sayısı görmemiz gerekirken, 40-50 bin civarında test sayısı görüyoruz. Testler kimlere yapılıyor, bu da tartışmaya açık bir konu. Örneğin tekrarlayan testler belirli insanlara mı yapılıyor? Geçtiğimiz günlerde bir milletvekili 8 kez test yaptırdığını söyledi. Gerek bu örnek gerekse hastalığın tedavi aşamalarında tekrar edilen testler nedeni ile test sayıları birer bireyi temsil etmiyor. Ve söylenen rakamlar aslında daha az kişiyi temsil ediyor.

 

Mart-Nisan aylarından daha kötü bir tablo mu bekliyor?

Pandemi yönetimi bu şekilde devam ederse daha kötü bir tablonun beklediği de aşikâr. Hükümetin ekonomik kaygılarını önceleyen bir yerden hareket ediyor olması, başlı başına bir sorun olarak karşımızda duruyor. Ekonomik olarak ülkenin ciddi bir sorunu olduğu için tercih ekonomiden yana oluyor. Sürecin nasıl yönetilmesi gerektiği, bilim insanları tarafından ısrarla anlatılıyor ama görüyoruz ki hiçbir sivil toplum örgütü, hiçbir kurum-kuruluş bu sürece dahil edilmiyor. Toplum hareketinin sınırlandırılması ve üretimin de acil olmayan ihtiyaçlar dışında durdurulması gerekiyor fakat bu noktada değiliz. Ayrıca sağlığa ayrılan kaynaklar da maalesef tüketildi.

 

Yanlış yürütülen sağlık politikalarının en kötü sonucu ne olabilir, nasıl bir tablo bekliyor ve toplum neler yapılabilir?

Eylül-Ekim aylarıyla birlikte influenza sezonu (grip sezonu) başlıyor. Zatürre vakaları da söz konusu olacak yine kış aylarına doğru. Kovid-19 hastalığı ile bu hastalıkların klinik tablosu birbirine karışacak. Bu durumda önümüzde hem sağlık çalışanları açısından hem de hastalar açısından ciddi sorunların yaşanacağı bir süreç var. Tanı koymada sorunlar yaşanacak, tablolar çok benzediği için tanıdaki zorluk tedaviye de yansıyacak. PCR testlerinin en iyi oranla yüzde 60 oranında doğru sonuç verdiğini biliyoruz.

Grip ve zatürre aşıları gündemde şu anda, insanlar aşı olmak istiyor fakat bu aşılara erişim konusunda da sorunlar yaşanıyor. Önceki dönemlerde riskli grupların, 65 yaş üstünün Aile Hekimleri tarafından aşılanması gibi bir durum vardı. Bu hâlâ böyle. 65 yaş altının da kronik hastalığı varsa bu aşıları rutin olarak yaptırmaları gerektiğinin Sağlık Bakanlığı tarafından salık verildiğini ve uygulanmaya çalışıldığını biliyoruz fakat önceki senelerde dahi bunların karşılanmasında sorun yaşandığını da biliyoruz. Şu an yeterli aşı için bir veri yok elimizde. Cezaevlerinde mahpusların, kreşlerdeki çocukların, toplu şekilde fabrikada çalışan işçilerin, sağlık çalışanlarının, derslikte olacaklarsa öğrencilerin bu aşıları olmaları gerekiyor. Mutlaka insanların bu konuda talepkâr olmaları gerekiyor. Toplumun aşıya ulaşmak için ısrarcı olması ve aile hekimlerine aşı için başvurmaları gerekiyor. Olası talepler ancak Sağlık Bakanlığı’na baskı uygulanırsa harekete geçirilebilir.

 

Salgınla ilgili toplum nezdinde gözlemlediğiniz aksaklıklar nedir?

1 Haziran’dan sonraki tedbirlerin gevşemesinin yansımalarını en çok ulaşımda gördük. Otobüslerin belirli bir kapasitede yolcu taşıması gerekiyordu, bu olmadı. Keza uçakta üç yolcu yan yana oturmayacaktı ama oturdu. Gündelik akışta da bunu gözlemledik. Lokanta, kafe ve barlara belirli bir sayının üzerinde insan alınmaması ve buralarda fiziksel mesafeye dikkat edilmesi gerekiyordu.

Tedbirlerin hiçbirine uyulmadı. Kaldırımda yürüyen kişi maske takmıyor diye cezalandırıldı ama lokantada insanlar karşı karşıya oturtuldu. Bu hükümet politikalarının çarpıklığını da gösteriyor. Halk, bir şekilde de salgınla baş başa bırakılmış gibi görünüyor. Çünkü bir çeşit sürü bağışıklılığı yöntemi izleniyor.

Tedbirlerin gevşetilmesi, kısıtlamaların kaldırılması  konusundaki çelişkiler ise insanları kaygı konusunda geriye götürdü. İnsanların virüse yönelik kaygısındaki düşüş de haliyle rehavete neden oldu. Bunun olmaması gerekiyordu. Genç nüfusta da Kovid-19 hastalığına bağlı ölümlerin yüksek olmasına rağmen 65 yaş üstü ve risk grubunda olanların sadece virüs tehdidi ve ölüm riski olduğu gibi bir algı hâlâ devam ediyor. Ancak sahadan da edindiğimiz bilgilere göre genç yaş grup hasta sayısında da yeniden bir artış var.

 

Kürt illerindeki vaka artışları son günlerde önemli bir gündem. Üç ilde açıklanan vaka sayısı neredeyse toplam açıklanan vaka sayısının yarısı. Bu aşamaya nasıl gelindi?

Kürt illerindeki meselenin farklı boyutlarla ele alınması gerekiyor. 1 Haziran’dan sonra bölgede vaka artışını gözlemledik. Bayram ziyaretleri, taziyeler gibi sosyal yaşamın biraz daha olağan akışına yönelmesi, düğünlerin başlaması gibi mevcut kültürel dinamikler rehavete uğrattı. İnsanlar normal bir süreçteymiş gibi bu aktivitelere devam etti. Çünkü hastalık doğru anlatılmadı. Burada yerel yönetimlerin, demokratik kitle örgütlerinin zafiyete uğratılmasının, kayyum politikalarının büyük etkisi var. Toplumla buluşma noktasında bu sorunlar önemli yer teşkil ediyor. Dil sorunu örneğin. İnsanların sosyal medyadan veya televizyondan duydukları bir hastalığın, kendi dillerinde onlara anlatılmıyor oluşu büyük bir sorun. Maskenin temini başlangıçta zorken sonrasında parayla ulaşılabilir hale geldi. İnsanların maskeyi temin etmesi ekonomik alım güçleriyle orantılı bir hâle indirgendi.

En büyük sorun, hükümetin pandemi sürecini tamamen siyasi bir mesele olarak ele alması. Siyasi bir kazanım elde edilmesi, pandemi sürecinde en son akla gelmesi gereken tablo olmalı. Bu süreçte İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin dahi çalışmaları engellenmeye çalışıldı. Batman, suyun ücretsiz verildiği bir kentken şu an su kesintilerinin gündem olduğu bir kent haline geldi. Pandemi sürecinde suyun ekstra bir önemi var. Sık el yıkama, el hijyeni bu mücadelede olmazsa olmaz bir önlem. Toplumun kendisini, kendi kolektif bilincini görmesini engelleyen bu tutum, sağlık alanında, salgınla mücadele konusunda da önemli bir eksiklik yaratıyor. Kendi sağlık bilgisine sahip, alınan kararlarda söz sahibi olan, kendi kararlarını alabilen ve sürece doğrudan katılabilen demokratik bir toplum özlemi, ihtiyacı pandemi sürecinde daha da görünür oldu. Bu durumun toplumun bilincine taşınması dahi engelleniyor ve anti-demokratik politikalar ısrarla sürdürülüyor.

Algıyla salgın yönetilemez. Pandemiyle böyle mücadele edilemez. Çünkü burada çok gerçek bir durum var, insanlar hastalanıyor ve ölüyor. Toplumun tüm dinamiklerinin, yerel idarelerin, sağlık-meslek örgütlerinin acilen sürece dahil edilmesi gerekiyor.