JustPaste.it

Vur Gerilla Vur, li malamin dur!

 

Savaşın gerçekliğinin kendisini tüm yakıcılığıyla gösterdiği zamanlarda 'dövüşmeyenler' arasında farklı çatallaşmalar oluşabiliyor. Böyle zamanlarda dövüşemeyenlerin kabaca üçe ayrıldığını söylemek mümkün.

Birincisi, karmaşa ortamında liberal bir yerde durup gerçekliğin kendisine dokunmaması için köşesine çekilenler, hatta bir adım öteye geçip düşman tarafında bulunan 'onursuzlar'. Sur Direnişi'nde kepçe verilmemesine sebep olan, bugün kayyumun oluşturduğu yönetimde de yer alan belediye çalışanları, tam olarak bu grupta yer alıyor.

İkinci grup ise kaybedecek şeyleri olan, direniş alanlarının çok uzağında yaşayan ama her konuştuğunda savaşın ortasında olduğunu dile getiren, buradan bir öznellik kazanmaya çalışan konformist korkulara sahip orta sınıflar. Öz yönetim direnişinde bayağı geniş bir konuşma/manevra alanına sahip olan, bu alanı da yancılık yaptığı egemenler lehine kullanan bir grup... Örnek vermek gerekirse hendeklerde savaşanları "kandırılmış gençler" gibi gören Levent Gültekin ile beraber acıma ayinleri yaparlar, televizyon kanallarında. Birikim dergisi gibi "entellektüel" bir mecrada solcu aydınların saz ekibine dahil olur; objektiflik ayağına üçüncü dünya ülkesine bakan Avrupalı bir antropolog gözüyle kendi şehrindeki çocukları analize tabi tutarlar. Misal bir zamanlar Kürt Hareketi içerisinde "part-time" yer almış, Avrupa’da eğitim aldıktan sonraysa bir şekilde kadro bulup akademisyen olan, hakikati kavramsal bir çerçeveyle çarpıtan akademisyenler, bu grupta yer alıyor. Yanı sıra önemli haber sitelerinde ağlaklık yaparak var olan gazeteciler, geniş bir network alanına sahip tanınmış kişiler, legal siyaset alanında yükünü alıp hayatını kuranlar, "Berxwedan, Serhilden, Beritan, Zozan, Welat" isimli çocuklarını özel üniversitelerde paralı okutanlar, direniş zamanları ölen çocuklara az da olsa üzülenler, üzülürken aynı zamanda ihale kovalayan abiler ablalar... Bunu ne kadar uzatırsak o kadar uzayıp gidecek...

Üçüncü gruba gelecek olursak... "Kendi hayatlarını, metafiziklerini dövüşen gençler üzerinden kuranlar" diyebiliriz. Hayata dair umutları her zaman diri olan direnişçilere güvenen, yüzü her daim barikatta veya dağda olanlar... Bu grup elbette cephede savaşmıyor ama en azından onurlu bir şekilde olan biteni kavramaya ve hakkıyla direnişçilerin arkasında durmaya çalışıyor. Oturduğu kahvehanede bile olsa direnişçi gençlerin hakkını vermeye çalışıyor. Dövüşenin dışında konuşan herkesin, hakikati ne kadar çarpıttığını en iyi onlar bilir. Sur direnişi döneminde hendek başında Fermandar Çiyagerlere, Mahsunlara, Rêber Vartolara çay demleyenler, onlarla o hendeklerin başında çay içenler onlardır. Dolaylamadan söylemek gerekirse: Düz dize gelmeyince dağın düze inişine tanık olanlar onlardır.

Üçüncü gruptakiler, bazen direnişçilerin hikayesini ağlaklıkla, romantizmle satan 'diğer gruplardaki' insanlara sinirlenebiliyor. Yas evine gidip yas tutan annelerin ağlarken söylediği şeyleri not edip buradan muazzam bir romantizm devşirenleri görünce buna, "Öyle olmaz, orada dur! Biz direnişçileri gördük, bu iş böyle değil" diyebiliyorlar.

Bu grupta kimler var peki? 90’larda köyleri boşaltılanlar, harekete hep kendilerini borçlu hissedenler, dipten gelenlerin zaferini arzulayanlar, evindeki ekmeği çayı yıllardır direnişçiyle paylaşanlar, PKK'ye katılmaya giderken ihbar ile yakalanıp hapse düşenler ama sonrasında bir şekilde çıkış yapamamanın derdiyle yaşamaya çalışan fakirler, seçim dönemlerinde amelelik işlerine koşturanlar, zaten oyları garanti olduğu için siyasetçilerin hiçbir zaman sokağına uğramadığı yoksullar, yurtseverler... Daha da sayayım mı? Hepimiz bunları iyi tanırız... Bunlar PKK’nin ruhu şehre indiğinde o aşina oldukları ruha anında iman edenlerdir.  Akademik şekilde söylemek gerekirse bu grup, solun direnişçi tarihi/anlamı bağlamında  "sol melankoliye" tutulanlardır.

Sol melankoli, bir travma hali değil elbette! Direnişçiye inanma, direnişçinin hemen iki adım arkasında zafere yürüme halidir. "Direnişçinin hafızasını kutsayarak, onların angajmanlarını dışlayan ya da görmezden gelen egemen hümaniter diskurdan farklı olarak 'yenilenlere' odaklar bakışını. Geçmişte kaybedilmiş mücadelelerle ilgili trajedileri, kurtuluş vaadini de içeren bir yük ve borç olarak görür.” Parti’nin kendisi olan bu üçüncü grup, tam da böyle bir zeminde yer alır.

 

Bu böyle olmaz!

Savaşın yoğun olduğu 1990’larda Serhat'ta, konformistleri tanımlamak için yoksul yurtsever halk içinde sık sık tekrarlanan bir söz vardır: "Vur gerilla vur, li mala min dur!"

Bu söz, öz yönetim direnişlerinde kendisini sürekli hatırlatır oldu. Yoksul-yurtsever Kürtlerin mahallesinde yükselen direnişler, orta sınıfları da korkutuyordu elbette. Bu korku, tam olarak, savaşın çeperinin genişleyeceği, kendi konforlarının da bozulacağı korkusuydu. Çünkü direniş, uzaktan bakıp ağlaklık devşirmekti onlar için; çünkü direniş, onların daha çok mikrofona konuşması, yazı yazması, ajitasyon çekmesiydi. "Vur ama li mala min dur" demekti bu. Ama bunu hiçbir zaman net olarak söyleyemediler. Zira yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci grup, direniş tarihinde "inanç, irade, berxwedan"ı değil hayatta kalabilmeyi ve hatta üzerine basarak yükselme kurnazlığını öğrenmişti. Şehirler yıkılıp yerle bir edildiğinde, siyasetçiler tutuklandığında yazılarının dahi sansürlenmemesinin sebebi başka ne olacaktı?

Kürdistan'daki iki günlük internet engeli, aksayan banka işlemleri, savaşın kamusal alana taşınması, maskeleri de yavaş yavaş indirmeye başladı. "Yani tabii sivil alanlarda savaşın olması şık değil" demeye başladılar alttan alta. Cenazelere gidilip yapılan röportajlar, "sivillik" üzerinden hakikati yerle bir etmeye başladı. Derken savaş zamanında ölen insanlar için sivil değilse tepki vermemeyi salık verdiler alttan alta. "PKK halktır halk burada" sloganı atan kitleye silahlarla saldırıldığında, şarjörler takıldı kaleme ve anaakımın medya sitelerinde "Ama bunlar sadece halk" denilip ne olup bittiği Türk toplumuna şirinlikle anlatılmaya başlandı. Yazı yazma taslakları oluşturuldu; gelişen her bir olayda bu "ağlak yazımatik aplikasyonundan" kısa bir süre içinde yazılar çıkmaya başladı. Direnişe inananlar bu duruma itiraz ettiğinde ise sinirlenildi. Çünkü bedel ödeniyordu, çünkü kalemşörlerin hayatları savaşın ortasındaydı, o kadar ki Sülüklü Han’a gidilip ateş etrafında şarap içilemiyordu! Direnişin devam ettiği zamanlarda Diclekent’in "Berxwedan"ları sürekli 6 liraya çay içmenin sıkılganlığına maruz kaldı mesela. Savaş çok ama çok zor bir şeydi; internet kesildiği için pos cihazının çalışmaması, yanında nakit para taşımayı zorunlu kılıyordu!

 

Olan bitenden beri olmanın rahatlığı

Türkiye siyasi tarihine bakıldığında gerek entelektüeller/aydınlar, gerekse muhalif siyasi partilerde belirli bir refleksin olduğunu söyleyebiliriz. Kriz zamanlarında kendilerini sağlama almak adına ortayolculukta çığır açarlar. Bugün olan bitene baktığımızda yine aynı durum ortaya çıkmaktadır. Yukarıda vaktinizi almadan biraz değerlendirmeye çalıştığım ikinci grup, bu aralar, "ne şiş yansın ne kebap" kurnazlığıyla muazzam bir manevra alanı açıyor; hem de kendi bireysellikleri üzerinden.

Öz yönetim direnişleri süresince, devletin hukuku ayaklar altına aldığı dönemlerde, bir yandan bunu dile getirirken diğer yandan PKK'ye küfretmeyi de ihmal etmediler. Hayır, eleştiri de değildi kastları; bunu yapmazlarsa başlarına ne geleceğini çok iyi biliyorlardı. Devlete bir söyledikleri zamanlarda Kürt Hareketi'ne on söylemeyi ihmal etmediler. Abartmıyorum; tüm bunları kendilerini hakikatin timsali, Kürt halkının ihtiyaç duyduğu aydınlar gibi sunarak yaptılar. Kendilerini eleştiren gençleri de birilerinin piyonu olarak görüyorlar şimdilerde.

Şunu sormak lazım: "Bir yandan psikolojik savaştan bahsedip öte yandan ağlak bir dille direniş anlatısını kırmanın bu egemen dışında kime faydası var?"

Cevabı çok net. Ağlaklıkta çığır açıp kendi bireysellikleri üzerinden bir anlatı kurmalarını şaşkınlıkla izlemekteyiz. Köşesinde tam olarak egemene konuşan yazarımız, tam olarak her şeyden beri olduğunu söylüyor. Sosyal medyada herkesin başına gelebilecek ufak bir parodiyi köşesine taşıyarak kendisinin ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor. Yoksa sosyal medyayı bu kadar iyi kullanan birinin, Twitter'da yaygınlaşan söyleme biçiminden haberdar olmaması mümkün değil. Ama gel gör ki, aynı yazının içinde orta sınıfın karakteristik özelliği direkt göze çarpıyor: Kendini sağlama alma çabası. Aslında mesajı, mizahı icra edenlerden daha fazla egemene veriyor. Bu hadise üzerinden kendi konumunun ne olduğunu göstermekle beraber OHAL döneminde hukuku askıya alan egemeni şikayet etme mercisi olarak gördüğünü de belirtmekten imtina etmiyor.

 

Alev topu büyüyor!

Evet, biliyorum, bayağı sert bir yazı oldu.

Toparlamak gerekirse...

"Sorunun konumunu değiştiren" bu kuşak ve onlara iman edenler; liberalllere, orta sınıfa, hakikati çarpıtan kalemşörlere, rantçı siyasetçilere, Hareket'e yakın haber ajanslarında çalıştığı için kendisini hakikat kapısı zanneden gazetecilere, hiyerarşisini her alanda kurmaya çalışan akademisyenlere prim verecek gibi görünmüyor. Zira 1984 yılında cami hoparlöründe yankılanan ses yeniden yankılanmakta ve Kürt Hareketi anlam ve değer dünyasını bir alev topu gibi bu kuşağın dünyasına fırlatmış bulunmaktadır.

Ağlaklıkla yazılar yazanların romantizmlerine bakıp gülmeye hatta dalga geçmeye devam edilecek gibi görünüyor.

"hep böyle süreceği sanılır bir gül hikayesinin

hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir"

 

Not: Üçüncü kuşak olarak adlandırdıklarım, sosyal medyada insanlara parti adına ayar çekenler, her türlü olaya hakaret ve aşağılama ile yaklaşanlar değil elbette. Bu yazı onları aklamak için değil, durum değerlendirmesi yapmak adına yazıldı.

merak edenler olursa buyursunlar; kim olduğumu söylemekten çekinmem. Troll vs değilim.

 

Yazan: Reşoyê Silo